Menu
in

Fırtınada Kıyıköy Gezisi

Bazen fırtına iyi gelir insana, doğanın gücü özgür bir motorcunun hissettikleri ile aynıdır. Sakin
havalarda bile doğanın özgür gücünü temsil edercesine motorcular yollarda fırtına gibi eser.

Yaz günü olduğu halde hava kaç gündür kasvetli, kapkaranlık ve bulutluydu. Hatta hava raporlarında sağanak yağış gelecek diyorlardı, fakat bir türlü beklenen o sağanak gelmiyordu. Bu sene yaz mevsimi hatta özellikle Ağustos, sıcaklar normallerin üzerinde seyrettikten sonra bu tatsız hava kafa karıştırdı. O çöl sıcaklarında Artvin’den Samsun üzerinden İstanbul’a dönmüştüm. Geçen ay yazdığım gezi yazımda anlattığım gibi aşırı nemli havada inanılmaz değişik bir yolculuk yapmıştım. Şimdi ise bu karanlık havalar benim de pusulamı alt üst etti doğrusu. Fakat hiç önemi yoktu, çantamı hazırlayıp günü birlik bir yere gitmek istiyordum.

 

Şu çanta hazırlığım çok fena, neler yok ki içinde! Bütün fotoğraf malzemelerim, tripod, makineler, şarj aletlerim, haritam ve tabii ki yaz olduğu için buz gibi soğuk kahveli termosum. Sandviç, bolca üzüm, erik, elma, biraz da kuruyemiş aldım yanıma, çantada bulunsun, ne olur ne olmaz. Ayrıca terlik, havlu hatta şnorkel bile var, yağmurluklarım zaten hep yanımdadır. Gezi için hazırdım, ne de çok şey alırmışım yanıma. Aslında eşyayı hiç de sevmem ama almadan da olmuyor işte. Başkasına zorluk gibi görünen bu hazırlıklar benim için rutinleştiği için bu zorluğun farkında bile değilim artık. Motorla bir yere vardığımda botları çıkartıp terlikleri giymek veya soğuk kahvemi içmek keyfim ise, o zaman eşya taşımaya da katlanılır. Büyük gezilerimde laptopumu, bağlantı kabloları gibi bir sürü ekipman daha götürürüm.

 

 

 

 

Son Artvin gezimde büyük fotoğraf makinam için tripodu da yanıma aldım. Fakat son zamanlarda fotoğrafçılık eşyalarım öyle çoğalmış ki esas tripod ile kullanacağım büyük fotoğraf makinamı evde unutuvermişim. Artvin gezisi için yola çıktığımda, İzmit’i geçtikten sonra beynimde şimşek çakar gibi oldu ve o kameranın hala yerinde rafında durduğu görüntüsü gözümün önüne geldi. Yanıma almadığımı o sırada fark ettim. Motoru kullanırken bunun aklıma gelmesi çok iyi oldu, çünkü sürüşten aldığım keyif sayesinde durumu dert etmedim. Zaten action kameralar ve cep telefonum vardı yanımda. Çok eşya beni yoruyor aslında, ne kadar sade ve az eşya, o kadar çok huzur.

 

Bu fotoğrafçılık sevdam uğruna huzurum kaçmadan bu meşakkatli kamera ve eşya mevzusuna hiç tartışmasız katlanabiliyorum. Sonuçta motor sürmek için her bahane kabul. Fotoğraf çekmek için, temiz hava almak için, motorun sesini duymak için hatta sadece mola yerinde bir çay içmek için yola çıkarız. Aslında amaç hep motor ile bir şeyler yaşamak. Geçen sene belimi incittiğimde de bakalım iyileş miyim diye kontrol etmek için de motor sürdüm. Geçenlerde klimalı ortamlarda bulunmaktan fena şifayı kapmıştım ve ciddi hasta olduğumun farkına bile varmadan Cumartesi günü kameralarımı alıp motora binip biraz yol yaptım. Fakat fotoğraf çekmek için kamerayı çantadan çıkartacak gücüm yoktu. Ne yolda bir fotoğraf çektim ne de manzara görmeye çalıştım. Bu aslında çok hasta olduğumun belirtisiydi, fakat anlayamadım. Çok nadir hastalandığım için aklıma bile gelmedi desem yeridir.

 

 

 

 

Sadece keyifsizliktendir sanmıştım. O gün enerjim az olduğu için otomatik olarak minimum enerji harcama moduna geçmiştim. Ertesi gün yürüyecek halim bile yoktu ve doktora gitmek zorunda kaldım. Bu sıcak yaz günlerinde ateşim çıkmıştı. Bir an önce iyileşmek ve gücüme kavuşmak için ne gerekiyorsa yaptım, moralim yüksekti. Çok üşüyordum, ilaçları içip kalın yorganların altına girdim, bitkinlikten artık gözlerim kapandığında düşüncelerimde çok eskilere gittim. Çocukluğumda annemlerle Kıyıköy’de Kastro’ya gitmiştik, denizin o harika güçlü ve coşkulu beyaz köpüklü dalgaları gözümün önüne geldi. Hala dün gibi hatırlıyorum; çocukken çok etkilenmiştim o manzaradan ve büyüyünce tekrar buraya geleceğim demiştim, fakat bugüne kadar bir türlü nasip olmamıştı. İyileştiğimde ilk sürüşüm Kıyıköy olsun dedim. İlk hafta sonu bu planımı gerçekleştirdim.

 

Çok erkenden kalktım ve kahvaltımı orada yapmak üzere yola çıktım. Günübirlik ufak bir gezi planladım, ancak yollardan pek emin değildim, bozuk mu, günübirlik gidip dönülür mü bilmiyordum. Mesafe olarak sadece 200 km idi ve rahatlıkla gider gezer, aynı gün de rahatlıkla dönerim diye tahmin ettim. İnternetten biraz konumuna ve görülecek yerleri inceleyince tarihte önemli bir yeri olan bir manastırı olduğunu görünce çok şaşırdım. Derelerini ve güzel doğasının olduğunu biliyordum ve neden daha önce gitmedim dedim kendime. Hava raporu o gün için yağmur göstermedi, saat 06:30 olmadan yola çıktım. İstanbul daha uyurken geziye çıkmak ayrı bir keyif oldu, yollar tenha ve sakindi ve güneş yavaş yavaş yükseliyordu. Motorumun kibar sesi ve ikimizin yol heyecanı harikaydı. Fakat oradaki bölge için hava raporlarında sadece yağış kontrol etmek yeterli değilmiş, meğer fırtına alarmı verilmiş o gün için, benim ise bundan hiç haberim yoktu. Yaklaştıkça hissettiğim o sert rüzgar hiç sıkıntı yaratmadı, gayet normaldi her şey ve hiç şüphelenmedim. İstanbul-Edirne yolundan ilerledim ve Çerkezköy çıkışından çıktım.

 

 

 

 

Bu çıkıştan çıkmadan Kırklareli istikametine devam edip Vize çıkışından da çıkabiliyor, oradan Saray’a bağlanıp devam edebiliyor. Ben daha önceki Çerkezköy çıkışından çıktım, demir bir köprü üzerinden geçip Çerkezköy merkeze geldim. Hemen Saray levhaları karşıma çıktı. Çerkezköy’ün merkezi çok gelişmiş, geniş çarşısı dikkat çekici. Fabrika ve sanayisi çok geliştiği için yerleşim alanları da sürekli büyümüş. Çerkezköy’den Kapaklı üzerinden Saray’a gittim. Yıllar sonra ilk defa memleketim Saray’a geldim, oralardan geçmek güzeldi. Çok vaktim yok diye durmadım, etrafa baka baka yavaşça ilerledim. Nasıl olsa tekrar gelebilirim, zamanımı ona göre ayarlayıp gözüme kestirdiğim Atatürk heykelini ve yolda gördüğüm ve beğendiğim yerlerde tekrar geldiğimde duracaktım. Yolun bir bölümü bozuktu, inşaat halindeydi ve bozuk satıh uyarı levhalar konmuştu.

 

Başka yol tarif levhaları olmayınca içimdeki pusulaya göre devam ettim. Zaten fazlaca yol seçenekleri de yoktu. Böyle ufak yerleşim yerlerinin kaç tane yanlış yolu olabilir ki? İyi ki İstanbul’dan geliyorum, iyi ki yol karmaşası bizi korkutmuyor, alışkınız. İstanbul’u bilmediğimi farz ettim bir an, acaba ürkütücü gelir miydi bana İstanbul’un büyüklüğü? Kaybolma korkusu, trafik çilesi ve kaos derken bu soruyu aslında İstanbul dışından gelenlere sormak lazım diye düşündüm. Sanırım gelen kısa süre içinde kaçıyordur. Ah İstanbul’um ah, sen hem ne güzelsin hem ne kadar da zor. Yollarda ilerlerken maket bir polis arabası gördüm, üzerinde yanıp sönen mavi kırmızı ışığı bile vardı. Çoktandır görmemiştim onlardan, nostalji hissettim. Eskiden o maket polis otolarından her yerde olurdu.

 

 

 

 

Yolda ilerledikçe Kıyıköy’e yaklaşmanın keyfi doldu içimde ve sonunda Kıyıköy levhasını görünce “işte, yıllar sonra tekrar geldim” dedim. Çocukluk sözümü sonunda tutmuş oldum. Kıyıköy yoluna girdikten sonra çevre birden çok yeşillendi, ağaçlık ve nefis bir ormanlık başladı. Asfalt yeniydi, harika bir yolculuk ve sürüş keyfi başlamıştı. Tek gidiş geliş olan bu kıvrımlı yolda yamasız ve tertemiz asfalt üzerinden akıp gittim, harika bir motosiklet parkuru. O anlar Karadeniz’i anımsadım ve ülkemizin güzellikleri aklıma geldi. Çok şanslıyız, harika topraklarımız var. Sağımda solumda her yerde sadece yeşil ağaçlar vardı. Çok araç yoktu, tenha olması biraz ürkütücüydü benim için, ben ve kara şimşek ile teke tek. Düşündüğümden çabuk Kıyıköy’e vardığım için yol aslında çabuk bitti ve şaşırmıştım, yine de vardığım için sevinçliydim. Benim gibi uzun yolu sevenler için rahatlıkla günübirlik gidilir ve dönülür.

 

Ancak dönüş için çok geç saatlere kalmadan yola çıkmak iyi olur, çünkü yollarda aydınlatma yok. Tenha bölgelerde gece yabani hayvanlar da çıkabilir, çok dikkatli olmak gerekiyor. Kıyıköy’e yaklaşırken ilk önce tepeden bakışı yaşıyorsunuz, uzaktan deniz manzarasını görmek beni heyecanlandırmıştı. Denizin görüntüsü beni alıp götürdü, dalgalı hali ve kapalı gündeki ürpertici duruşu etkileyiciydi. Ancak denizde bembeyaz köpüren dalgalar vardı, kudurmuş ve sanki isyanlardaymış gibi göründü uzaktan. Nedir ki bu? Biraz daha ilerleyince deniz manzarası kayboldu ve eski bir taş geçidin altından geçerek ufak sempatik çarşısına vardım. Çarşıda çok hoş bir atmosferi var ancak hemen denize ulaşmam gerekliydi, uzaktan gördüğüm manzaraya yakından bakmalıydım. Limana giden yola saptım, dimdik aşağı inişi vardı ve gözlerim denizdeydi fakat böyle bir şey beklemiyordum.

 

 

 

 

Çılgınca isyanlardaymış gibi kuduran bir deniz ile karşı karşıya idim. Beyaz köpükler kumsalı dövercesine sahile vuruyordu, her yere saldıran ve metrelerce yüksekten dalgalar aşağı düşüyordu. Kayalara öyle bir güç ile çarpıyordu ki yaklaşmak mümkün değildi. Gelebildiğim kadar yakın mesafeye geldim, video çekmek istedim ancak dalganın üzerime vurmasıyla anında sırılsıklam oldum. Fotoğraf çekme hevesim yüzünden sayısız defa ıslanıp durdum, arada bir güneş çıktığı için kuruyup fotoğraf çekmeye devam ettim. Hava sıcak olduğu için iyi de geliyordu. Motoru kuytuya park etmiştim ve botlarımı çıkartıp terliklerimi giydim. Şiddetli fırtınadan dolayı sahildeki kum havalanıp gözlerime doluyordu. Saçlarım, kirpiklerim ve tüm yüzüm kum içinde kaldı hem de üstelik minik taşlar çarparcasına acıtıyordu. Kulaklarımın içi hışır hışır kum oldu.

 

Böyle durumlarda sakın kuma oturmayın hele hele uzanmak tam bir facia olur. Nereden mi biliyorum? Çok kolay, çünkü o hatayı yaptım, kumsala oturdum. Yere ne kadar yakın olursanız kum o kadar çok canınızı acıtıyor. Kum deyip geçmemek lazım. Hazır ne güzel kurumuştum ki limandaki fenerin yanına gittiğimde tekrar dalga ile yakından arkadaş oldum. Her şeye rağmen fenerin orada kahvemi içtim ve denizin hırçınlığını izledim. Sonra motorumla Kazandere kenarındaki toprak yoldan gidebileceğim yere kadar bir gezeyim dedim. Önümde taşlar, çakıllar vardı, yol gittikçe bozuluyordu ve daralıyordu. Engebeli arazide mi gidiyordum yoksa burası yol muydu? Bizim gibiler için bu makbuldür zaten ama birden yol bitti. Geniş bir araziye girdim, müsait yer çok olunca park yeri seçmek genelde zor oluyor, ben de tam ortaya öylece park ediverdim.

 

 

 

 

Dere kenarında birçok yabani böğürtlen vardı, lezzet kontrol amaçlı 20 ya da 30 tane yedim. Bir iki tane kime yeter. Motorcu dediğin yemeğini bol yer. Böğürtlenlere daha fazla uzanamadığım için ve dereye de düşmemek için kamera ve selfie çubuğu ile dalları kendime çekme teknolojisini geliştirdim. Selfi çubuğunun çeşitli kullanım şekilleri çıkmış oldu. Limandan ayrılıp çarşıya çıkıp etrafı gezmeye devam ettim. İlginç ve birçok eski güzel küçük evler vardı. Motor üzerinde yavaş yavaş keşif sürüşü yapmaya bayılıyorum. Hafif bir esinti, motorun sesi ve nefis bir çevre bana mutlu olmak için yetti bile. Yoldan devam edince tepeden diğer plajın kayalıkları göründü. Manzara fena güzeldi ve yine hemen park ettim. Kayalara baktıkça oralara gitmem gerektiğini düşündüm ve tam dalgaların kayalara patladığı yere kadar ulaştım.

 

Yanıma su geçirmeyen kameramı aldım ve yine yeniden ıslanmaya gidiyordum. Kendi karışık halime bakma fırsatım bile henüz olmadı, üstüm başım yarı ıslak yarı kumlu yarı çamurlu, saçlarım toplu olduğu halde dağılmıştı ve uçuşuyordu. Kumluydu ve denizin suyundan tuzlu tuzlu olmuştu. Birileri demişti, kirlenmek güzeldir diye, evet kendimi güzel ve doğal hissettim. Kameramı ve selfie çubuğunu aldım kayalara ve dalgalara koşa koşa gidiyorum. Niye koşuyorsam artık bilemiyorum. Kayalar tam önümde ve dalgalar bir bir havada takla atar gibi boyumdan yükseklere çıkıp tekrar denizle birleşiyordu, kıyıda patlıyordu. Kayalara çarpan dalgaların etrafa sıçrattığı sudan yüzüm üstüm başım komple ıslandı, duştan çıkmış gibiydim ve yüzümde garip mutluluk ifadeleri vardı. Çektiğim fotoğraflar ve videolar hatıra kaldı.

 

 

 

 

 

 

Plajlarda denize girme yasağı ilan edilmişti, fırtınadan dolayı bekçiler kırmızı işaretli bayrağı asmıştı ve kumsalda sürekli geziyordu ve plaj kontrol altında tutuluyordu. Tabii ki şnorkel çantamdan hiç çıkmadı, böyle kış günü gibi öfkeli bir deniz beklemiyordum. O gün fırtına alarmını ve denize girme yasağını ilk defa böyle birebir yaşadım. Kıyıköy kasabasında iki plaj mevcuttur ve denize dökülen iki tane deresi var. Birçok kamping çadır imkanları da bulunmakta. Gezdiğim Kazanderesi’nden sonra Pabuçderesi’ne gezdim. Kıyıköy’de bir çok yeme içme ve konaklama imkanları mevcut. Burayı harika bir dinlenme ve doğa köşesi olarak notlarımıza alabiliriz. Pabuçderesi’nin yanından da bir toprak yol devam etmekte, çok az ilerleyince hemen manastıra ulaştım. Görülmeye değer tarihi bir kalıntı. İçini gezmek beni çok etkiledi.

 

Sosyal medyada anlık bulunduğum yerimi pek bildirmiyorum, çok kişi fark etmiştir bunu ve hele evimden çok uzak yerlerde olduğum zamanlarda da özellikle pek yer bildirimi yapmıyorum. Güvence mi diyelim, yoksa sessizlik için mi diyelim hepsinden biraz diyeyim de ortada anlaşalım. Bütün davetleriniz ve misafirperverliğiniz için herkese can gönülden çok çok teşekkür ederim. Çayınızı kahvenizi içmiş kadar oldum. Her şehirde beni tanıyanlar ve davet edenler var, çay için ya da bir sohbet için, destek için ve yardımlaşma için ve ağırlamak için. Bunu bilmek bile muhteşem bir duygu. Herkese tekrar çok teşekkür ediyorum. Yolculuğa çıkınca kaybolmak ve sessizliğimle doğada olmayı seviyorum. Yıllardır böyleyim, motor ile yaşadığım anılarımı ve duygularımı sizlerle paylaşmak ayrı bir güzellik katmaya başladı gezilerime.

 

 

 

 

Yer bildirimi yapmıyorum dedim, fakat bu sefer yaptım, nedensiz içimden öyle geldi ve inanılmayacak bir şey oldu. Yurtdışında doğup büyüdüğüm için ailemiz çok geniş olduğu halde herkesten çok uzak büyüdüm ve Türkiye’ye dönünce çok kaynaşmak nasip olmadı. Baba tarafı İstanbul’dadır ve arada bir halama uğradığımda kuzenlerimin çoğunu pek görememişimdir. Hızlı akıp giden zaman bazen fazlaca araya giriyor ve ha görüşeceğiz derken aylar geçiyor, hatta hızlı hayatın içinde yıllar bile geçiveriyor. Ben de yerimde duramıyorum ki, sürekli yollardayım. Kıyıköy’de o gün bulunduğum yerin bildirimini yaptığımda beni takip eden kuzenlerim görmüş ve zincirleme reaksiyonlarla bana anında ulaştılar. Kaç yıldır görüşmedik dersiniz? Tam 18 yıldır görüşemediğim kuzenlerim oradaydı ve buluştuk.İstanbul’da görüşmek nasip olmadı ve burada tam bir kavuşma sahnesi yaşadık.

 

İnanılmayacak kadar güzel bir tesadüftü. Beni aradıklarında da tam da o sırada selfie çubuğu ile böğürtlen dalını kendime çekip böğürtlen yemeye çalışıyordum ve diğer elimle de cebimle bu halimin fotoğrafını çekiyordum. Tam o figürleri yaparken cebim çaldı. Keşke biri de beni çekseydi, kendimi görmek isterdim. Sürprizlerle geçen bu güzel gün de sona eriyordu ve akşam yaklaşırken dönüş saatimin geldiğini fark ettim, tekrar kavuştuğum kuzenlerimden ayrılıp yola çıktım. Akşam saatlerinde çiftçiler tarlalarından evlerine dönüyordu ve ineklerini ahırlarına götürüyorlardı, iki defa inek sürüsüyle karşılaştım. Kocaman güzel gözleri her seferinde hoşuma gider. İneklere yol verdikten sonra biraz sonra yine durmak zorunda kalmıştım, jandarma çevirme yapıyordu. “Öncelikle kask taktığın için teşekkür ederiz” dedi, böyle bir şey beklemediğim için şaşırdım.

 

 

 

 

 

 

Ekip beni şaşırtmaya devam etti, çünkü bir de durduğum için de teşekkür ettiler. Ehliyet ruhsat istediler. Motorcuların genelde durmadıklarını Kıyıköy’de fazlaca alkol alıp yola çıkan çok sürücü olduğunu ve o nedenle mecburen kontrol amaçlı çevirmeler yaptıklarını söylediler. Tekrar yola devam edip ormanlık yollar bittikten sonra açık mevkilere geldiğimde fırtına tüm gücüyle yandan yandan şiddetli vurup durdu sürekli. Motorun ağırlığı böyle durumda çok yararlı oluyor ve üzerine eğilip motorla tek parça oldum, füze gibi ve adeta rüzgarla dans ederek sıkıntısız akıp gittim. Sarayı geçtikten sonra hala fırtınanın şiddeti açık yolda kendini hissettiriyordu, ancak paralı Edirne yola girdiğimde rüzgarın şiddeti azalmaya başlamıştı. Cumartesi günü akşamı İstanbul’a dönüş yapmak keyifliydi, çünkü istikametim boştu. Fakat tüm İstanbul çıkış istikameti kilitlenmişti.

 

Cumartesi çalışıp o akşam yollara dökülen yazlıkçılarla yol kitlenmişti. Görüntüsü bile hoş değildi. Pazar günü akşamı da bu aynı furya İstanbul’a dönecek ve her yer kitlenecek. Cumartesi gezi günü ilan etmek mantıklı olur. Sabah çıkışım çok rahattı ve İstanbul’a dönüşümde de en ufak bir sıkıntı yaşamadım. Ne kadar da biz motorculara trafik sıkışıklığı etkilemiyor desek de özellikle doğada gezdikten sonra şehir trafiğinde sıkışıp kalmıyorsam bile o çileyi görmek itici geliyor bana. Şiddetli rüzgarı bile trafik çilesine tercih ediyorum. Gidişim de dönüşüm de muhteşemdi ve Saray’ı gezmek için tekrar gideceğim günü bekliyorum. Kastro’ya da uğrarım ve gitmişken İğneada, gitmişken Limanköyü oradan çıkıp Edirne mi yapsam? Yoksa hatta pasaportu da yanıma mı alsam acaba? Yok yok, abartmaya başladım galiba. “Pervin dur, bir dur yerinde” diyenleri duyar gibiyim şu an. Bana sorarsanız bu sene az yol ve az gezi yaptım. Tabii neye göre az ya da neye göre çok. Aman, boşverin, yol iyidir. Hadi takalım kasklarımızı ve tatlı tatlı gidelim.

Cevap bırakın