Menu
in

Kuşadası’ndan İstanbul’a Varışımdaki Süprizler

Yazar: Pervin Ozulu

İstanbul’a vardığımda gezimin bittiğini düşündüğümde beklenmedik iki çok garip olay yaşadım, bunlar beni hem korkuttu hem de çok şaşırttı. İkisi de kaza değildi, trafik kabusu da değildi…

Tuz gölü, Kapadokya, Ihlara Vadisi, Konya ve Akşehir’de Nasreddin Hoca Türbesinin ziyaretinden sonra yolculuğumun asıl hedefi ve son durağı Kuşadası idi. Arkadaşım Fulya’ya kavuşmak çok güzeldi ama hiç tahmin etmediğim gibi gezgin ruhum tepe takla oldu ve çok karıştı. Yolların tozunu toprağını süpüre süpüre yolculuk yapınca gezi esnasında ara vermek galiba biraz gezgin ayarımı bozdu. Eski bir atasözü vardır “Yolcu yolunda gerek”, meğer ne de doğruymuş. Gezgin kişiler benim ne demek istediğimi çok iyi anlar. Bu tamamen yolculuğun verdiği bir sır ve gezgin ruhunun nefesiyle alakalıdır.

 

 

Arkadaşım Fulya’yı ve iki çocuğunu görmek ve hasret gidermek beni inanılmaz mutlu etti. Bana evini açtı ve beni prensesler gibi ağırladı, asla bir lafım olmaz. Ama gezgin biri gezi esnasında normal bir çocuklu aile evinde fazladan kalınca o yolcunun ayarı bozuluyormuş meğer, hele bir de o kişi bir motorcuysa ve hele bir de tek başına yolculuk yapıyorsa tam 360 derece ters dönüş yaşamaktan kaçış yoktur. Yolculuk esnasında yaşadığım özgürlüğümden dolayı gezgin duygularımın zirvesine ulaşmıştım. En karanlık, en tenha ve en fırtınalı sürüşlerde yaşadığımız o maceralı anlarla yüreğimiz enerji ile dolar, özgürce nefes alır ve kendimize geliriz. Yollarda özgürce akıp gideriz, gökyüzünde kanatlarını açıp uçan bir kuş gibi süzülürüz hayatın içinden. Canımız nasıl arzu ediyorsa ilerleriz, ne geçmiş vardır ne de gelecek.

 

 

 

Özgürlüğü en üst noktalara getiren ve şekillendiren şey aslında sadece yalnızlıktır. Yalnızlık ağırdır, herkes katlanamaz. Zordur, özgüven ve çok güç gerektirir. Yalnız gezginler hiçbir zorluktan gocunmaz, yağmur, fırtına veya karanlık asla korkutmaz. Cesurdur, yolculuk süresince yaşanan maceralarımız bize yaşam sevinci verir, kendimize olan inancımızı ve mutluluğumuzu zirveye taşır. Farklı coğrafyalar üzerinden yeni yollardan geçerek yeni yerlere ulaştıkça bu yaşam sevinci durmadan büyür. Hipnozdaymışız gibi hep daha çok yeni yollar ve daha çok yeni yerler keşfetmekle yanıp tutuşur o gezgin ruhlar.

 

 

 

Rüzgarın eşliğinde motor üzerinde olmak adeta bir mutluluk iksiridir. Bir haftadır bu duygularla beslenirken normal bir ev hayatı içinde birden mola verince, çok da sevimli de olsa iki bebekli bir evde olunca sudan çıkmış balık gibi oldum. Şaşkınlık vardı üzerimde, o zirve duygularıma ne oldu? O rüzgarın sesi ve yaprak hışırtıların sesleri nereye gitmişti? Motoruma çarpan sert rüzgardaki sürüş heyecanlarım nerede? Vizöre vuran minik sineklerin çıkarttığı sesler de yoktu artık? Yağmur öncesi o karanlık gökyüzünün hissettirdiği ürpertici duygular da yoktu artık. Hele motorun sesi, motorun sesi nerede? O olmadan nasıl yapabilirim ki? Şaşkınlık da yaşadıysam da bu ziyaretime çok büyük bir istekle ve zevkle geldim, kavuşma sevinci çok büyüktü. Yeni ve alışık olmadığım ortama adapte oldum aslında, ama çoluk çocuk sesleri ve hareketli koşuşturmalar kesilmedikçe korkarım adapte olamamaya daha meyilliydim galiba. Kahvaltıdayken bir yerlerden taşlar ve toprak uçuşuyordu, sanırım Fulya’nın oğlu yolların tozunu toprağını özlemeyeyim diye yapıyordu bunu.

 

 

Gayet normal olan çocuk bağırmaları kesilmezken sağım solum hep hareket halindeydi ve kendimi nefes nefese kalmış hissettim. Motoruma bakıp onun sesini hayal ettim, geziye devam etmek istedim ancak tabii ki kalmayı tercih ettim, çünkü çok sevdiğim Fulya ile vakit geçirmek için gelmiştim. Sadece sessizliğe alışık olan ben biraz şaşkın hallerdeydim, o kadar. Çocuklarla da çok ilgilendim, oyunlar oynadık ve çok keyifli zaman geçirdim. İlk gün Değirmen Park’a gittik, dolaşmak herkese çok iyi gelmişti. İçerisinde cafeler, ufak bir hayvanat bahçesi ve “Oleatrium” adında bir Zeytin ve Zeytinyağı Tarihi Müzesi var. Sıcak yaz günlerinde gidilecek güzel gölgelik serin bir yer. Ancak bu ilk günün sabahında oğlu 1o aylık bebeğinin yüzünün üzerinde oyuncak bir araba ile oyun oynadı ve yüzünü yaraladı, bebiş ağlayınca hepimiz panikle yanına koştuk. Biraz sonra oğlu 50 cm kadar büyük bir makas bulup onunla oyun oynarken yakaladık, oyun da bebeğinin ayağını kesmece. Oğlunu öyle çok seviyorum ki ama bitmeyen muzurluğu yüzünden başım dönmeye başlamıştı, şaşırdım kaldım ve bir noktadan sonra “Stop” konuma geçtim. Gezi ve motorculuk adına anlatabileceğim çok fazla bir şey yok Kuşadası’ndan, motorum park halindeydi hep.

 

 

 

Çocuklar olunca hakikaten hiçbir şey yapılamıyormuş, Fulya hep öyle derdi zaten. Bu ilk gün nasıl geçti bilmiyorum. Ertesi gün sitenin havuzuna gittik, şansızlığımın dibi diyebilirim, havuzun dibi görünüyordu, çünkü havuz boştu. Her şeye rağmen en güzeli beraber olmaktı ve sohbetlerimizin sonu yoktu, çenemiz durmadan çalıştı. Sonra bir ara sitenin içinde çiçek ve böcek fotoğrafları çekmek için yürüyüşe çıktım. 40 dereceye yakın sıcak hava vardı, çocuklara oyun havuzu şişirdik, tabi ki hareketlilik durmadan devam etti, benim de başım yerinde değildi artık, kendimi tamamen aile hayatının akışına teslim ettim ve kafam “stop” konumundayken cep telefonumu da durup dururken çocuk havuzuna düşürdüm. “Stop” konumundaydım ya, tepki de veremedim. Bakındım sadece ve yerden bir şey alır gibi cebimi sudan çıkarttım. Halbuki kıyamet kopmuştu benim için, çünkü gezi boyunca çektiğim fotoğraflarımın çoğu bu cepteydi. Fulya ve annesi böyle şeylere alışkındı sanırım, çünkü onlar gayet normal bir şey olmuş gibiydiler, demek ki çocuklar olunca böyle aksilikler ailelerin rutin hayatlarının parçası oluyormuş. Çok şükür SIM ve hafıza kartımı kurtarabildim. Fotoğraflarımı bilgisayarıma yükleyebildiğimde adeta bir Bayram sevinci yaşamıştım. Aynı günün akşam merkeze indik, günbatımında Kuşadası Kalesini görmeye ve bebek maması almak için alışverişe gittik. Çevrede yolculuk yapan hiç motorcu görmedim. Nedense tüm bu koca gezi boyunca sadece Kapadokya’da bir Çinli motorcu grup gördüm.

 

 

Cumartesi sabah ayrılık hüznü vardı, İstanbul’a dönüş vakti gelmişti. Hüzne rağmen gezimin devamı için motorumu sevinçle hazırlıyordum, resmen 2 günde motor kullanmayı özlemiştim. Fulya’nın annesi beni yolcu olarak görünce çok duygusallaştı, “Çok alıştım sana kızım” dedi, gözyaşlarını tutamadı ve ağladı. Dayanamam ki ben, bir annenin gözyaşına hiç dayanamam ki ben. En kıymetlimizdir annelerimiz, benim de gözlerim doluverdi. O an Fulya çok tatlıydı, pek duygusal değildir o ve bir annesine baktı sonra bana ve tekrar annesine baktı “Ne oluyor ki size?!”dedi. Ben de veda duygularından sıyrılıp gülmeye başladım. Yola çıkacağım için içimde öyle tatlı bir sevinç vardı ki anlatamam. Geziye kalan yerinden devam etmek, İstanbul’a dönüş dahi olsa beni çok heyecanlandırmıştı. Denize girememiştim, yolculuk esnasında sahile gidip denize girmek hiç aklıma gelmedi, sadece sürüş yapmak istedim, yol ve rüzgarı çok özlemiştim. Genelde İstanbul’a dönmek hüzün verir bana, dönüşlerim tatsız olur ama bu sefer yolculuğa çıkmak sanki yeni bir gezi başlangıcı gibiydi. Sanırım ayrılık hüznünü hissetmemek için ve kendimi avutmak için yol yapmak istedim. Hava hala çok sıcaktı, yolculuk süresince sadece sıvı tüketeceğimi tahmin ettim.

 

 

 

Güzergah Kuşadası’ndan İzmir – Manisa istikameti üzerinden Balıkesir – Susurluk – Bursa’dan sonra Körfezi dolaşıp İzmit üzerinden İstanbul’du. Balıkesir Manisa yolundayken sürekli “Karadut suyu var”, Kızılcık suyu var” levhaları gördüm ve sonunda “Otantik Yörük Sofrası” adında bir tesiste durdum. Durmamla beraber herkesin gözü bendeydi, meraklı bakışlar ve sürekli izlenmeye devam edildim. Önce tesisi gezdim, çeşitli kuşlar ve tavuklar geziniyordu. Bolca ağaçlık ve köy mahsulleri satış yeri vardı. Aslında acıkmıştım ama içimdeki hüzün yüzünden iştahım yoktu. Sadece karadut suyu istedim, ama bana çok tatlı geldi. Tadını ayarlamak için soda istedim, ikisini karıştırınca bir laboratuvar deneyi gibi hepsi havaya doğru fışkırdı ve köpürdü, masaya yayıldı.

 

 

Galiba çevredekiler beni hala izliyordu, bazısı sohbet etmek için can atıyordu sanki, yüzlerinden tahmin edebiliyordum. Özellikle yalnız olduğum için daha da aykırı görünüyorum ve ondan dolayı kolay kolay kimse bir şey diyemiyor. Nasıl tepki vereceğimi tahmin edemiyorlar sanırım. Zaten masa ve içemediğim içeceğimle yeteri kadar meşguldüm. Gözünü benden ayıramayan bir kadın dikkatimi çekti, yanına gittim ve “Merhaba” dedim, sohbet ettik, çok sevindi. İnsanlar benim de normal biri olduğumu görünce sanki “Oh” demiş gibi normal hayatlarına döndüler.

 

 

 

Yoluma devam edince Balıkesir’e gelmeden önce Selimiye Köylerinde bağlı yolun sağında bir göl gördüm ama bir gariplik vardı. O bir barajdı. Amatör balıkçılık yapılabilen bir barajdı, ama eskiden bir yol geçiyormuş oradan ve su ile o alanı doldurulunca yol suyun altında kalmış. O yolu takip ettim, o yola saptım. Neden mi? Bilmiyorum. Yolun devamı suya gömülüydü zaten ve geçiş yoktu. Suyun başladığı yere kadar geldim, marşı kapatıp motordan indim. Barajın taa ileriki tarafta yolun tekrar devamını da görebiliyordum. Su kuşları ve balıklar vardı.

 

 

Motorumla yine ıssız bir yerdeydim, sıcaklar tavandı ve hiç esinti yoktu. Cır cır sesleri sessizliği bölüyordu. Doğada olduğum zaman vitamin almış gibi oluyorum. Normale dönüyorum. Kendimi çok alıştırmışım doğaya, artık sessizlik hayatımın sesi oldu. Balıkesir ve Susurluk bölgesi güzel geçti, her zamanki gibi bol esintili ve ferahtı Birden yolumu değiştirip Bandırma sahiline indim. Merkezi çok kalabalıktı, sıcak bunaltıcıydı. Dondurma molası için tam zamanıydı. Sonra Bandırma’dan Karacabey üzerinden Bursa’ya geçtim. İyi ki Erdek’e gitmek aklıma gelmedi, o zaman dönüş yolumu tam uzatmış olurdum belki İstanbul’a bile dönmezdim.

 

 

 

Sürüşüm gittikçe yavaşlıyordu, maksat İstanbul’a varmamaktı sanki, Bursa’dan sonra az kalmıştı zaten. Nerede nasıl oyalansam diye planlar çoğalıyordu aklımda, Karamürsel’de mola verdim. Sahili izlemek ve batan güneşe bolca vakit ayırmak istedim. Hala İstanbul’a dönesim yoktu. Yemek bile yememiştim daha hiç, farkında bile değildim. Yemek molası ve bir iki arkadaşa uğrayabilirdim. Yaz akşamında hava öyle tatlı olmuştu ki, dondurma yiyelim derken sohbetlerle saatler akıp gitti, İzmit’e geldiğimde anneme uğramadan İstanbul’a dönülmez ki, değil mi? Onu görüp saat gece 2 sularında Kocaeli’nden İstanbul’a yola çıktım, annem bırakmak istemedi ama dönüp işlerimle ilgilenmem gerekliydi. İşte bundan sonra İstanbul’a vardığımda beklenmedik iki ciddi olay yaşadım.

 

 

Paralı Ankara yolundaydım, Ömerli barajı yolundan Çekmeköy’e gitmek için Kurtköy çıkışından çıkacaktım ancak benzinim çok azalmıştı. Opet benzin istasyonundan biraz benzin alıp öyle devam etmek iyi olurdu, çünkü sonrasında başka bir benzinlik yoktu. Ancak ortalıkta çok görünmek istemediğim için, açıkçası o geç saatlerde kadın olduğumu ışıklar altında reklam yapmak istemediğim için istasyona girmeden biraz önce yol kenarında durdum ve üzerimdeki paramı hazırladım.

 

 

 

Benzin aldığımda sürüşüme en hızlı şekilde devam etmek için hemen ödememi yapabilmek için paramı hazırladım. Gece saat 3 sularına geliyordu. Yol kenarında öylece durunca çok kısa süre sonra kalabalık bir grup gizli polis geldi yanıma, silahlarıyla beraber ve komiser sert ve yüksek sesle bana niye durduğumu, nereden geldiğimi ve kim olduğumu sordu. Kaskım kafamdaydı, karanlıktı, tam da polislerin olduğu bölgede yol kenarda durunca motorun farı ve sisleri dikkat çekti ve haklı olarak beni direkt şüpheli sandılar. Görevlilerin işi hiç kolay değil, hem tehlikeli hem çok zor. Ehliyetimi aldılar ve beni merkezlerine götürdüler. Yanlış alarm olduğunu biliyorlardı, ama yine kontrol etmek zorundaydılar, onlar işlerini yapıyorlardı. Benim için problem yoktu.

 

 

Allah tüm görevlilere yardım etsin ve korusun. Bu kadar titiz ve dikkatli oldukları için sevindim. Yolumun devamında Ömerli Barajına saptım, yoksa Sancaktepe üzerinden mi gitsem diye düşünmedim değil, çünkü Ömerli Barajı zifiri karanlık ve çok tenhadır bu saatte. Yine de alışık olduğum Ömerli Barajı üzerinden yolu tercih ettim. Şile ayırımına gelince Çekmeköy yoluna sapmak istedim, ama yol yoktu. Yol komple kapalıydı. Sabaha karşı 3:30 sularındaydı, 3.000 km lik gezimden sonra nihayet evime yaklaşmıştım ama evime gidemiyordum.

 

 

 

Öylece kalakaldım. Fosforlu yelekli bir görevli vardı, durum nedir diye ve yoluma nereden devam edeceğimi sordum. Geçit yok ise Ömerli barajından komple geldiğim yolu geri dönüp paralı Ankara yoluna tekrar giriş yapıp Sancaktepe çıkışından çıkmam gerekecekti. Görevli “Sorun yok” dedi, “Motor ile geçebilirsiniz” dedi. “Sadece biraz kazılan ufak tefek kısımlar var, motor geçer” dedi. Tam ikna olmamıştım ve tekrar sordum: “Nasıl bir kazılma var? Derin kesikler veya çukurlar mı var? Var ise dönerim sorun yok” dedim. “Yok öyle bir şey, kenardan motor çok rahat geçer, hiç sorun olmaz dedi” ve görevli yolu kapatan sarı plastik ikaz şeridi yükseğe kaldırıp bana yol verdi. “Peki” dedim ve daha da ışıksız ve zifiri karanlıkta olan kapatılmış yola girdim. Yavaşça ve dikkatlice yolu inceleyecek ilerlerken herhangi bir anormallik görmedim. Uzun farımı, sislerimi yaktım.

 

 

Radar hatta altın arayan dedektör gibi tüm yeri taraya taraya inceleyerek ilerledim. Epey gittikten sonra bir görevli daha gördüm, durdum. İzinsiz girmediğimi anlaması için önceki görevlinin söylediklerini anlattım ve ona da geçiş imkanı var mı yok mu diye birden fazla sordum. “Sorun var ise geri dönebilirim, hiç dert değil” dedim ve tekrar tekrar sordum. Bir türlü içim rahat değildi. Yolun ilerisinden yanıma gelmişti o görevli ve herşeyin müsait olduğunu söyledi, “İnşaat alanından geçebilirsiniz” dedi. Bu görevli durumun son halini bildiği için onun yanılma payı sıfır (olması gerekiyordu) ve ısrarla “Geçebilirsiniz” dedi ve “O iki asfalt aracının arasından geçin” dedi. Bu iki inşaat aracı çalışır halde değildi, biri tam sağda diğeri ise tam solda yanaşmış sabit duruyordu, yolda hiç bir çalışma da yoktu, çok az ışık ve derin bir sessizlik vardı. Hayatımın kabusunu yaşadığım anlar burada başladı.

 

 

 

Adamın tarif ettiği gibi ilerledim, fakat birden sımsıcak lavların içindeydim, batıyordum. Meğer asfalt yeni dökülmüş, biraz ılınmış ziftin üzerindeydim. Tam o iki çalışma aracının arasında oldu olay, hani müsaitdi, hani bir sorun yoktu, herkes geç dedi. Resmen batıyordum, sıcaklığı hissettim, ayağımı yere basmak zorunda kaldım, ilerleyemedim, ayağım da yapıştı. Adeta bir volkanın lavın üzerindeydim ve çevre simsiyahtı. Yolun devamı nasıl, onu da göremiyordum. Bomboş bir siyah alanın içindeydim. Birden çalışanları gördüm, bir sürü kişi üzerime doğru geliyordu, kızgınlıkla yaklaşıyorlardı.

 

 

Kafam çok karışıktı, neden bana ısrarla geçin dedi o görevliler, hiç anlamaış değilim. İçime de hiç sinmemişti zaten ta baştan beri o yüzden emin olamadım ve hep ısrarla tekrar tekrar sormuştum. Keşke içimdeki sesi dinleseydim, üşenmeseydim de tüm yolu Ömerli Barajından geri gitseydim ve otoyola tekrar dönseydim. Ama çok geç saat olduğundan bir an evvel evime varmak istiyordum. Bu bataklıktan kurtulmak için fazla seçeneğim yoktu, buradan acil olarak uzaklaşmalıydım. Ne olursa olsun, ilerisi hiç görünmüyorsa da ve ziftin ne kadar ileriye kadar dökülmüş olabileceği hakkında hiçbir fikrim yoksa da tek çarem gaza basıp buradan kaçmaktı. Sol ayağım zifte batmıştı, motorun lastikleri yapışmıştı. Gazı açtım, yolun ilerisi nasıldır, kapalı mı, çukur mu hiçbir şey belli görünmüyordu. Hiç sert zemin hissetmeden, sıcak bataklığın içinden gazı hiç kesmeden sürdüm, balçığın içindeymişim gibi kaya kaya ilerledim. Volkanın lavlarıydı sanki, ılık, yapışkan ve garip kaygan ama yapışan yumuşak bir zemin üzerinden kurtuluşum biraz sürdü. İşçiler takip edemedi.

 

 

 

Çok şükür sert zemine hiçbir ciddi problem olmadan çıktım. Derin bir nefes çektim ama lastiklerim ne durumda diye içime dert oldu. Ciddi bir tehlike atlatmıştım, her şey olabilirdi. Ne kadar gereksiz bir macera oldu aslında ve kendime kızıyorum. Kapalı yola niye giriyorum ki, istediği kadar görevli izin versin. O saatte niye soru sorup konuştum ki, geri gitmeliydim. Üşenmiştim işte sadece, çünkü sabah olmak üzereydi. Daha erken olsaydı kesin üşenmeyip Ömerli Barajından geri dönerdim. Neyi öğrendim, üşenmek yokmuş.

 

 

Yolun devamı yine kapatılmıştı ve hiç bilmediğim bir alışveriş caddesinde buldum kendimi, saat sabahın 4’ü olmuştu. Işıkların altında durup, lastiklerime baktım. Lastikler zift ile kaplıydı, ama motorun altı tertemizdi çok şükür. O an yapabileceğim hiç bir şey yoktu, evime devam ettim. Sabah uyandığımda yüzümü bile yıkamadan motorumun yanına gittim, Pazar sabahıydı, her yer çok sessizdi ve lastikleri görünce kahkahalarla gülmek istedim. Lastiklerimdeki zift yoldaki bütün çöpleri toplamış, izmaritler, kuş tüyleri, kağıt parçaları ve bir sürü çöp yapışmıştı üzerine. Güleyim mi ağlayayım mı bilemedim. Lastikçi kapalıydı, fakat araba aksesuarı satan açık bir yer buldum. O kadar çok zifti nasıl çıkartabilirim bilmiyordum, oradaki kişiye danışmak istedim. “Sakın nasıl oldu diye sormayın” dedim, “Buna bir çare var mı ?” deyip lastikleri gösterdim.

 

 

Adam durumu görünce zaten bir durdu kaldı, hiçbir şey demeden çeşitli şeyler denedi ama zifti çözemedi. “Tek çare araba yıkamacısı” dedi. “Tazyikli su temizler” dedi. İnanamadımsa da yıkamacıya gittim. Oraya da ayısını söyledim “Sakın nasıl oldu diye sormayın” ve motorun lastiklerini yıkamaya başladı. İnanılmaz sonuç beni çok şaşırttı, tazyikli suyla tüm zift kolayca çıktı. Tüm lastiklere bulaşmış olan o kalın zift tabakası tüm çöpleriyle en ince ayrıntısına kadar döküldü gitti. Evet hepsi çıktı, hem de 10 dakikada. Böylece b u inanılmaz olaylarla birbirinden güzel maceralarla geçen İç Anadolu gezimi tamamlamış oldum.

Cevap bırakın