Menu
in

Motoro Yumurta Testi Yapılır Mı?

Bu gezi normal gezilerden
çok farklıydı; hatta grubu
beklerken kaçmak istedim!

Cumartesi sabah saat 08:00’de İstanbul – Bostancı Vapur İskelesi’nde buluşulacaktı. Bir araba ve birkaç motorcu gelecekti. İstikamet Karamürsel’di. Tez canlı olduğum için çok erkenden uyandım. Kurduğum çalar saat bile çalmamıştı henüz. Uzanmaya çalıştım, olmadı. Kalktım, biraz bir şeyler yiyeyim dedim, olmadı. Evin içinde yürümeye başladım, o da olmadı. Buluşma noktasına aşağı yukarı 35 km uzaktaydım. Yolun veya mesafenin lafı olmaz da, sadece çok erkenden gitmiş olmak istemedim. Ne kadar oyalanmaya çalıştıysam da, saat 07:30 olmadan buluşma noktasındaydım. Günün erken saatlerinde denizin kokusu beni şehirden alıp götürdü. Uçuşan martılarla birlikte sabırsızlıkla beklemeye başladım. Bu gezi normal gezilerden çok farklı olacaktı, özel bir amacı vardı. Harika bir projenin temeli olacaktı. Tüm motosiklet camiasını yakından ilgilendiren bu projede yer almak üzere kolları sıvadım. Projenin ilk adımı olarak bir araya gelmeye karar vermiştik. Verdik de, yine de çok garip geliyordu bana… Sanki her şey sadece bir hayal ürünüydü. Ayrıca benim için değişik bir durum daha vardı; bugüne kadar sadece iki ya da üç kez birkaç motorcuyla sürüş yapmıştım. Yıllardır tek gezgin olarak bilirim kendimi… Buluşacağım grup sadece bir gezi grubu da değildi.

 

 

Neden hep uç noktalarda yaşıyorum, onu da bilmiyorum. Orta yok. Kısacası, hem yepyeni bir sürüş tecrübesi yaşayacağım için heyecanlıydım, hem de bu özel gezi sebebiyle yerimde duramaz olmuştum. Beni bu maceraya sürükleyen; merak, heyecan ve motorculuk üçlüsü oldu. Bu proje; yeni bir TV programıydı. Tüm belirsizliklere rağmen, kendimi birden bire bir televizyon programın sunucusu olarak buldum. Bu gezinin asıl amacı, kuracağımız televizyon kanalının ilk çekimlerini yapmaktı. Ne zaman yayına başlayacağımız bile belli değildi. Bu proje, gerçek bir programa dönüşecek mi, bilmiyordum. Belki her şey sadece bir hayalden ibaretti. Aklımdaki sorulara rağmen, kendimi o esrarengiz rüzgara bıraktım. Yol levhası olmayan ve nereye varacağı belirsiz bir yola girmiş gibiydim. Motor aşkı uğruna, bizler için, karşıma çıkan bu imkanı değerlendirmek ve denemek istedim. Denemeden, ilk adımları atmadan neler olacağını kimse bilemez. Bu televizyon kanalında gezi, belgesel, dalış üzerine birçok yayın yer alacak. Sunuculuğunu ve yapımcılığını üstlendiğim ve bana ait olan program ise, tamamen bizim yani motorcuların programı olacak. Hepimizin sesi olmasını gönülden arzu ediyorum. Evet, artık bizim bir ‘Motosiklet Programı’mız olacak. Onu hep beraber, bizler var edeceğiz. Sen, ben, kısaca biz! Benim görevim; hazırlayan, renklendiren ve sunan kişi olarak yolu açmak. Bunları düşünürken yüreğim pır pır… İnşallah ön çalışmaların hepsini tamamlayabiliriz. Bence bu proje, tek kelime ile harika!

 

 

Gerçekleştiğinde sayısız konularımız olacak, gezi maceraları, keyifli sohbetler, konuklar, sürüşler, ziyaretler… Of of, çok mu sıcak oldu birden, yoksa sabah güneşi mi ısıttı, bilmiyorum. Neredeydim? Evet, Bostancı Vapur İskelesi’nde ekibi bekliyordum. Büfeden su ve kurabiye aldım. Düşüncelere dalınca nerede olduğumu bile unuttum. Saat 08:00 olmuştu, fakat ortada kimseler yoktu. Nasıl olur? Neden? Bir tek ben mi heyecandan yerimde duramayıp erkenden damladım buluşma yerine? Daha neler! Ama gerçek buydu. Gerçekten gelen yoktu. Saat tam08:00. Böyle bir gönül işinde heyecan ve tutku yoksa, o işin bir parçası olmak istemem doğrusu… Zaten heyecanım ve hevesim beni bu yollara sürükledi. Acaba gelmeyecekler mi? Neden hala gelen yok? Trafik sıkışıklığı da yok. Şaka mıydı yoksa her şey? Bazen disiplinli ve dakik olmak pek yararlı olmuyor. Saat daha yeni 08:00 oldu. İsterdim ki, herkes aynı heyecanı yaşasın ve benim gibi erkenden gelsin. Beklerken böyle kuruntulara kapılıyor insan işte! Ama bu arada saat 08:15 oldu.

 

 

Beklemek veya beklememek… Ve saat 08:20 olduğunda, rüzgar kulağıma fısıldamaya başladı: “ Yollar seni bekliyor” diye… Kimse gelmedi, bu kaçıvermek için mükemmel bir bahaneydi. Motorumun kontağını çevirmek, egzozun ateşli sesini dinleyip rüzgarın estiği istikamete gitmek kaçınılmazdı. Yollarda kaybolmak istedim. “08:30 olsun, hala kimse yok ise giderim” diye kendimi oyaladım ve kendimce bana karşı zaman kazandım. Saat 8:27 olduğunda ayağa kalktım artık, anahtarı elime aldım. “Gidiyorum, ona göre” der gibiydim. Bir papatya alıp seviyor, sevmiyor yerine, gidiyorum gitmiyorum diye yaprakları koparsa mıydım acaba? Ama kıyamam ki güzelim papatyaya… Gelen giden olmayınca kaçma planlarımı gerçekleştirmek an meselesi olmuştu. Ayrıca Eskihisar’da bekleyen bir motor sürücüsü vardı, onu da beklettiğim için de canım sıkılmaya başladı. En iyisi; hep alışık olduğum gibi tek başıma yollarda olmak. Dertsiz tasasız… Hemen yola çıkıp kaçmak için iyi bir bahanem oldu. Geç kaldılar ve haklıydım. Program sunucusu dediğin kaprisli olmalı, değil mi? Bu durumu hemen suistimal etmeliydim. Ama beklemek zor da olsa gidemedim. Sabretmek ya da gitmek arasında düşünüp dururken, beklediğim ekip geldi. Kaçmaya öyle odaklanmıştım ki, gelen ekibi hemen algılayamadım. Demek ki bu proje gerçekmiş. Ekip gelince içimde ufak da olsa bir kargaşa yaşadım. Tek başıma yola çıkma fikrini kafamda öyle net canlandırmıştım ki, geldiklerinde kafam allak bullak oldu.

 

 

Televizyon kurucusu, kameraman ve iki motor sürücüsü geldi. Sürüşümüze katılmak için Lüleburgaz’dan sabah 06:00’da yola çıkan arkadaşım Sayhan Sen de Eskihisar’a gelmişti. Onu karşılamak için vakitlice yola çıkamadığım için de strese girdim biraz. Grup ile hareket edildiğinde böyle gecikmeler belki de normaldir. Etkinlik konularında tecrübesizliğimin ve heyecanımın kurbanı olmuş olabilirim. Ama yine de bekletmeyi ve beklemeyi hiç sevmiyorum.

 

Nihayet saat 09:00’da Bostancı’dan kalkış yapabildik. Sürüş sırasında arabadaki kameraman sürüş ve yol çekimlerine başladı. Trafikte arabayı arkada unutup, bırakıp gidememek zordu. Gerçi yollar tenha idi ve rahat ilerledik. Eskihisar’a vardığımızda Sayhan ile buluştuk. Bunca yolu destek vermek için geldiği için Sayhan’a tekrar teşekkür ederim. Bize birkaç saat eşlik etmek için sabah erkenden kalkıp o kadar yolu gelmek ve geri dönmek delilik değil, motorculuktur. Motorcu ruhu taşıyan biri için bu çok normal bir durum. Ekip arabası vapura binmek için araba sırasında bekliyordu. Nasıl olsa karşıda buluşabiliriz düşüncesiyle, biz iki tekerler beklemeden vapura bindik. Bir an önce Topçular’a geçmek istedim, çünkü orada da değerli bir motor sürücüsü daha bizi karşılayacaktı, onu da bekletmek istemedim. TR Enduro Grup kurucularından Reha Uysal da bizim ekibe katıldı, bize varlığı ile değer kattı. Ona da çok teşekkür ediyorum, tekerine sağlık. Ekip arabası vapurdan indiğinde lastiğinin patladığını öğrendik ve hemen ilk benzin istasyonuna gittik. Arabanın lastiğinden kocaman bir çivi çıktı. Bekleme ve bekletme stresi bitti, ben de ilk resimleri çekmeye başladım. Kahvaltıya sahile gittik. Karamürsel ne kadar da güzelmiş. Deniz kıyısında motorları sıraya dizdik. Masmavi denizin yanında motorlar daha güzel görünüyordu. Mis gibi güneşli bir gündü.

 

 

Televizyon kurucumuz Zafer Bey, programın tanıtımı için benimle ilk röportajı yaptı. Kamera karşısında keyifli bir tecrübe yaşadım. Sonrasında motorculuk hakkında ilk röportajımı Reha ile yaptım. Ben bu işi sevdim, çok hoşuma gitti. Sayhan’ı da yakalayıp, onu da ikinci kurban olarak seçtim. Röportaj konusu elbette motor hakkındaydı. Kameramanımız ikinci röportajımdan sonra, bu işi kıvırdığımı ve iyi yaptığımı söyledi. Sevinçten gözlerimde fişekler patladı. Bu işi motorculuk dışında bir konu için yapmayı düşünmezdim. Nedir bu motorculuğun verdiği enerji, bir anlayabilsem…

 

 

Aşkın da tarifini bulamadılar henüz. Çok gülen biriyim. Durup dururken gülmek hoş olmuyor aslında, deli derler adama… Diyorlar zaten, alışkınım. Kamera kayıttayken gülmemek için kendimi zor tutuyordum. Çok keyifliydim bugün ve keyifliyken de otomatiğe bağlamış gibi gülerim hep… Sayhan ile yaptığım ikinci çekimde kendimi öyle kaptırmıştım ki, çevremde nelerin olup bittiğini göremez olmuştum. Bir ara kameraman eliyle bir işaret yaptı, dikkatim dağıldı, şaşkın şaşkın etrafa bakındım neler oluyor diye, kim geldi kim gitti, ben kimim, neredeyim derken gülmeye başladım. Meğer kameraman, yoldan geçen birilerine geçsinler diye işaret yapmış sadece… Kamerayı görüp bakakalan çok insan oluyordu. İşareti ben de görünce birden dağıldım, konuyu da unuttum ne dediğimi de… Sonrasında güldük durduk. İlk kamera arkası bile oldu o anda. Sahilde dalış programı için dalış ve çekim yapıldı. Doğanın güzellikleriyle vakit geçirdik. Zaman geçtikçe yol ve sürüş yapmak istedim. Avuç içlerim terledi ve motoruma bakıp bakıp durdum. Sandalye oturamaz oldum, sanki hücredeymişim gibi sağ sol gezinmeye başladım. Demir parmaklıkları olmayan bir hücrede… Yine beklemek… Motoruma binip özgürlüğü yakalamak istedim. Baktım ki Sayhan da kıpır kıpır dolanıyor, yüzünde “Ben artık gitsem, yol yapmak istiyorum” bakışı vardı. Ben de öyleydim, onu çok iyi anlıyordum. Ama benim kalmam gerekiyordu. Ona kal diye ısrar etmedim, çünkü kalamaz, biliyordum. Gözü yollardaydı ve rüzgarı özlemiş bir motorcuyu tutamazsınız. Tutmam da…

 

 

Reha da ona eşlik etmek istedi. Ancak gidemediler. Biz sahildeyken birkaç motorcu arkadaş uğradı, sohbet ettik. Tam gittiler derken başkaları geldi. Sayhan ve Reha için gitmek bir türlü nasip olmadı. Yola çıkamayınca Sayhan’ın yüzünün rengi ve ifadesi iyice değişmişti. Aklından neler geçtiğini yüzünden okudum: ”Artık gerçekten gitmem lazım”. Onun hallerini izlemek, nedense bana keyif verdi. Kendimi gördüm. Ben de öyleyim. Aynı yerde uzun süre duramıyorum. Yol yapmam lazım. Sohbetten ya da arkadaşlardan sıkıldığımızdan değil, yol çağırıyor adeta… Sayhan’ı izlemek çok komikti ve gülmek için bana çok iyi malzeme oldu. Ben de mi öyle görünüyorum acaba yola çıkamadığım zaman? Evet, muhtemelen öyledir.

 

 

Ertesi gün grup ile Başdeğirmen’e gittik, kahvaltı ettik. Doğal ortam çok güzeldi ve o yollar, döne döne tırmanarak yükseklere götürdü. Sonra Bağdat Yaylası’na gittik, gezi nefis yollarda devam etti. Dev kayalar, toprak yollar, yaylalar… Kayalarda oda oda yerler görünüyordu, eskiden içinde eşkiyalar yaşamış. Bağdat Yaylası’nın tam içinde havuzlu bir konaklama tesisi vardı. Ekipçe girdik, dinlendik. Fazlaca durup dinlenince benim yola çıkma hallerim başlamıştı. Bu yola çıkma durumlarını annemin çiftliğine gittiğimde bile yaşıyorum ve hareketlerimden kardeşim sinyalleri alıyor. İlk gün çok iyi oluyorum. İkinci gün “Gitsem mi?” sorusu ile yavaş yavaş toparlanma isteği yaşıyorum. Fakat her seferinde, anneme bunu nasıl izah edeceğimi düşünüyorum. Annelere canım feda, çok özlerler evlatlarını, kıyamazlar, dolmalar pişer, sofralar kurulur. Geldiğimizde hiç gitmeyelim isterler. Ne yazık ki bizim gibi motorcular çok duramaz. Köyün çevresini bile çok gezememişimdir hala; annemin yanından çıkıp dolanamadığım için… Ama gezdiğim yerler de var; Akmeşe yolları ve barajı, Kartepe ve civarları, Maşukiye ve o güzel kıvrımlı yollar, yeşilliğin içindeki muhteşem manzaralar… Tam sevdiğim gibi.

 

 

Bu son Cuma iş çıkışı köye gittim. Durumuma göre Cumartesi dönerim belki diye plan yaptım kendimce… Ancak sevgili annemi hemen bırakıp gidemediğim için, dönüşümü Pazar gününe erteledim. Ertelemek durumunda kaldım dersem, durum daha net anlaşılır sanırım. İstanbul – İzmit – İstanbul arası güzergah, benim için yolculuk olarak sayılmıyor artık. Yol kısa da olsa, uzun yolmuş gibi bazen dümdüz gitmek istemediğim zamanlarda bir iki defa mola veririm. Gerekli mi? Hayır, gerekli olmayan molalar bunlar. Uzun yol süsü veren molalar. Bu şekilde de keyfini çıkartırım, bazen yolu da uzatırım, paralı otoyoldan bir çıkıp eski Ankara yolunda devam ederim. Manzaraya baka baka limandan, sahilden geçerim. İzmit’in içinden gece geçmek güzel, ışıklı üst geçitler ilgi çekici. Fotoğraf çekmek için güvenli bir yol kenarında dururum. Mutlaka dörtlüleri yakarım. Bu yolculuğuma İstanbul dan 19:30 suları yola çıkmıştım ve çok karanlık bir akşamdı. Zifiri karanlıktı diyebilirim. Değerli bir arkadaşımın hediyesi olan fosforlu yeleğim olduğu halde pek giymiyorum. Daha doğrusu giyemiyorum. O alışkanlığı edinmem gerekiyor bir an evvel, özellikle gece sürüşlerimde. Çok da severim gece sürüşünü… Ayrı bir gizemi, çekiciliği vardır. Yeleği bu gece giydim. Yolculuk güzel geçti. Gecenin sisi ve serinliği yollara çökmüştü. Köye varmak her seferinde heyecanlıdır. Oralar hep tenhadır ve yol kenarlarında terk edilmiş, kimsesiz sokak köpekleri olur. Onlar bile bana alıştı, artık ilgilenmiyorlar. “Bizdensin” der gibi bakıyorlar. Sokaklardayız ya hep, ondan. Annemin çiftliğinde dört dışarda ve iki de evin içinde olmak üzere, toplam altı köpek var. Beşini sokaktan eve getirdi. Sefil, çaresiz ve terk edilmiş buldu, eve getirip büyüttü. Eskiden motor sesine sinirlenir, havlayıp dururlardı. En küçüğü kısa bacaklı ve patlak gözlü bir tip; o havlama lideri zaten. O bile alıştı motorumun sesine.

 

 

Son ziyaretimin İstanbul dönüşünde motorum nakliye aracı oldu. Bir ay evvel tavukçuluk yapmaya başladık. 140 tavuğumuzun ilk yumurtalarını, tam tamına 121 yumurtayı İstanbul’a götürmek için paketleyerek motora yükledim. Ayrıca 6 kilo tereyağı ve 2 kilo peynir de yükledim, buna rağmen hala yerim vardı. Birçok kişi yumurtaları kırarsın getiremezsin dediyse de kırmayacağımı biliyordum. Hissederek sürmek gerek sadece… Motorumla gurur duydum. Tek kırılan yok. 70 ya da 80 km hız ile yavaş yavaş da gitmedim üstelik. 140-150 km hız da yaptım. Çukurlar ve tümsekler sağ olsunlar, hiç eksik olmazlar. Ne mutlu bana, motorum yumurta testini başarıyla geçti. İstanbul’a bir tek fire bile vermeden vardım. Sürüş konforu tekrar kendini ispatladı. Güvenim boşa çıkmadı. Benim marifetim sadece hissederek kullanmak oldu. Yolu ve motoru hissetmeliyim, yoksa keyif alamam zaten.

 

 

Güzel bir hafta sonu geçirdim fakat hayat bazen öyle bir sahne sergiliyor ki, öyle olaylar yaşatıyor ki, ne kadar aciz ve çaresiz olduğumuzu görürüz. Ne yazık ki hayat hep gülerek geçmiyor, üzüntüler de var, hem de çok. İstanbul’a döndükten hemen sonraki gün, Kocaeli feci bir sel felaketi yaşadı. Ne yazık ki annemin, kardeşimin çiftliğinin tamamını sel bastı. Teller, demir kapılar, kümes harabe oldu, sel her şeyi parçaladı ve sürükleyip götürdü. 140 tavuk zor kurtarıldı. Çok şükür eve bir şey olmadı ve köpekler de kurtuldu. Ancak tavukçuluk başladığı gibi bitti; kız kardeşim ve annem tavukları satmaya karar verdi. Bu sel bir doğal felaket de değildi. Yetkililer baraj kapaklarını açmayı unuttukları için oldu. Normal bir yağış ile baraj taştı ve sel meydana geldi. Yıkılan hayaller ve yok olan cesaretlere ne olacak şimdi? Maddi manevi zararın hesabı açık kaldı. Pek çok çiftçinin tarlası zarar gördü. Yine de ne olursa olsun, dik durmak gerekiyor. İnsan her durumda güçlü kalmayı bilmeli. Ümidini kaybettiğin an, bittiğin andır. Bir gün önce olsaydı o sel? Motorum da oradaydı. Hiç düşünmek bile istemiyorum.

 

 

Şimdi tam zamanı, yola çıkma zamanı. Rüzgara ihtiyacım var. Motor sürmek her derde deva… Moral ve yaşam iksiri olarak hastaların reçetelerine motorculuk yazsalar keşke… Keyifsiz ve üzgün bir motorcuya henüz hiç denk gelmedim, gelmem de. Moraliniz bozuk ise ya da yaşam sevincinizi kaybettiyseniz, bir motor alın. Ç ünkü yollarda yaşam sevinci sizi bekliyor.

Cevap bırakın