Menu
in

Motosiklet ile Kapdokya’dan Konya’ya Zorlu Yolculuk

Yazar: Pervin Ozulu

İç Anadolu bölgesi birbirine çok yakın şehirlere sahip olsa da, o kadar da farklı coğrafyalarla karşılaşıyorsunuz.

Kapadokya’ da sürüş hayallerimi gerçekleştirdikten sonra ertesi sabah gitme vaktim gelmişti. Gezginler aynı yerde çok duramaz, mutlaka yoluna devam etmeli. Hareket zamanı gelmişti. Gezinin devamını Ürgüp’ten direkt Nevşehir üzerinden Aksaray’a doğru ve oradan devam edip Konya’da varış ve konaklama olarak planlamıştım. Önemli bir tarihe sahip ve Din Merkezi olan Konya’da Mevlana Müzesini, türbe ve camileri görmek için sabırsızlanıyordum, bir an önce oranın ortamını yaşamak istiyordum. Ancak daha kahvaltımı yaparken direkt bir güzergahtan gitmesem de rotamı nereden nasıl değiştirsem diye beyin fırtınaları başlamıştı. Öyle emindim ki, bu bölgede hala görmem gereken harikalar ve gezmem gereken yollar var diye.

Toparlanıp Öğretmenevinde herkesle vedalaştıktan sonra Konya’ya gitmek için yola çıktım, benzin aldım, motorum ve ben hazırdık. Böyle hazır olunca keşif ve kaybolma dürtüleri fena heyecan yaptı bende. Daha ilk durağım olan Nevşehir’e varmadan bile yolu uzatma moduna geçmiştim bile. Niğde’ye giden yola saptım. O mevkide çok güzel vadilerin ve yeraltı şehirlerin olduğu bilgisi kulağıma su kaçar gibi kaçmıştı bir kere. Kendiliğinden motor sinyal yaktı sanki ve Niğde güzergahına girdim. Kaymaklı ve Derinkuyu Yeraltı Şehirleri var ve en önemlisi Ihlara Vadisi de bu tarafta kalıyor. Buralara uğrayıp ve köy yollarından dolanarak Aksaray’a gitmeye son anda karar verdim. Çok da doğru bir karar oldu, yol ve çevre çok ilginçti, bölgede kısmen hala kaya oluşumları vardı ve sol tarafımda sürekli Erciyes Dağını gördüm. Tepesindeki kar ve şekli çok net görünüyordu.

Yol yükseklerden seyrediyordu, sonra hava birden bozdu, sert rüzgarla beraber gelen bulutlar gökyüzünü komple kapladı. Aniden fırtınayla şimşek ve gök gürültüsü başlayacak kadar zifiri karanlık oldu. Daha önceki gün etrafı yakan kavuran güneş kaybolmuştu. Çevrede fazla yerleşim yerleri göremedim, tek tük toprak evler ve bir iki köy evi vardı o kadar. Kaymaklı istikametine devam ettim. Tenhalık içimi ürpertiyordu, hava kararınca daha da fena hisseder oldum o ürpertiyi. Bu duyguya bayılıyorum, sanki kanım damarlarımda daha sağlıklı akıyor. Bazı kız arkadaşlarım bu satırları okurken bile korkuyor, hissettikleri endişe ve korku nedeniyle fotoğraflarıma dahi bakamıyor. Bana “Neden ve nasıl cesaret ediyorsun?” diye soruyorlar, ben de ”Neden etmeyeyim ki” diye geri soruyorum. Yaşadığım şey sadece doğanın ta kendisi. Doğa güçlüdür ve bizim yaşamımızın en önemli parçasıdır. Hayat toz pembe değildir hiçbir zaman. Çocukken babam bana bunu hep derdi, “Sen daha çocuksun, her şey senin için toz pembe”. Hiç anlamazdım ne demek istediğini…

Acısıyla tatlısıyla olduğu gibi yaşamak ve sevmek lazım hayatı, yollardaki zorlu sürüşlerle aslında bunu öğreniyoruz. Kendi kendimize baş etmeliyiz, korkuları da yenmeliyiz ve her şeye rağmen keyif almalıyız. Karanlıkta sürüşe devam ederken sağlı sollu yolun kenarları çeşit çeşit sayısız mor ve sarı çiçekler vardı, tüm yol kenarlarını süslüyorlardı ve kasvetli havayı yumuşatıyordu. Kuvvetli esen rüzgar kısa bitkileri bile sağ sola yatırıp savuruyordu. “Bu hava da nereden çıktı?” demedim değil hani…

Gittikçe simsiyah bir olaya doğru sürüyordum, karanlık fena çöktü, daha saat kaçtı ki, pat diye hızlıca sert bir yağmur gelse tam zamanı ve yeridir. Yalnız yollarda olunca böyle atmosferler geziye hafif bir korku ve gizem katması çok normal, etrafta yerleşim ve insan da yok. Her zaman insanın olması ne yazık ki iyi bir şey de değil artık bu devirde. Trafik açısından ve günlük yaşam açısından en zor ve tehlikeli yer bence hala ve hala insanın bol olduğu İstanbul’dur. İstanbul’dan taşındığım halde en çok yine 34 nolu plakalı araçlar trafik canavar kimliği ile kendini gösteriyor, bu da kim diye ne zaman baksam çoğunlukla 34 plakayı görüyorum. Neden, anlamıyorum… neden?

Bulunduğum bu köy yolunda sadece doğanın kanunu var, ürpertici manzarada sürüş yapmak macera hissettirdi bana. Erciyes Dağı gözden kaybolmuştu artık, Derinkuyu ve Güzelyurt istikametine doğru devam edince muhteşem ötesi doğa güzelliğe sahip olan Ihlara Vadisine geldim. Burası dünyaca ünlüdür. Bir içim su, bir dünya harikası, bir doğa efsanesi. Yemeyin içmeyin burayı görmeye ve güzelliği yaşamaya gelin. Çok etkileyici bir manzarası olan bu vadi için yolumu değiştirdiğime gerçekten çok çok sevindim. Kanyon fanatiğimdir zaten ve burası dev bir kanyon gibi. Dümdüz 100 mt den fazla dimdik yükselen kaya duvarlar büyüleyici. Yerde derine doğru oluşan bir çatlak şeklinde görünmekte. Ayrıca yolun devamında “Çatlağın Yeri” diye bir tesis de var. İsmi çok ilginç olmuş, anlamlı. Ihlara vadisine vardığımda gezimin çok özel bir durağına daha gelmiş oldum.

Sürüş şimdilik bitmişti. Motor stop edilir ve “Burası Harika” deyip kollar gökyüzüne doğru açılır, hatta etrafında 360 derece dönerek kutlama dönüşü yapmak gerek, işte burası bunun için tam yeridir derim. Havanın kasveti bu ağır manzaraya fena yakışmıştı. Ihlara vadisine giriş ücretlidir, 25 TL. Kanyon gibi görünümü olan kaya duvarların arasında olmak dehşet bir duygu. Dev bir yer çatlağın içindesiniz, burada da lav oluşumlar var ve içine oyulmuş odalar var yine, akan dereler, yeşillik ve ağaçlar var, park gibi adeta. Bu tabiat oluşum Hasandağı volkanından püskürtülen lavların akarsu aşındırması sonucunda oluşan kanyonu anımsatan bir vadidir. 14 kilometre uzunluğunda ve yüksekliği yer yer 150 metreye ulaşan dev ve dimdik duvarlarla çevrilidir. Oyulmuş sayısız barınaklar, mezarlar ve kiliseler bulunmaktadır, bazı barınaklar ve kiliseler yeraltı şehirlerinde olduğu gibi birbirine tünellerle bağlantılıdır. Ihlara Vadisi, Güzelyurt ilçesi sınırları içerisinde ve civarı dahil günümüzde çok iyi tanınan Kapadokya bölgesinin tüm özelliklerini üzerinde toplar. Manastır Vadisi, iki taraflı yüksek kayaların arasında olan su ve söğüt ağaçları, ayrıca çevrede pek çok birbirinden güzel kiliseler bulunmaktadır.

Yola devam edince hala Ihlara vadisinin etrafında sürüş yapıyordum. Dereye inen bir yol gözüme ilişti, motor ile asfalttan çıkıp toprak yola girdim. Dere kenarından vadiye giren bir yol bulmuştum. Bol yeşilliği, dere ve çim beni çekti, toprak yoldan ilerledikçe yerler bozulmaya ve kumlanmaya başladı. Köylü yaşlı bir teyze vardı, eşeği ile tın tın yürüyordu. Onunla sohbet etmek için yanında durdum, çok gülüyordu çok keyifliydi ya da kim bilir belki de çok dertliydi. Ömrünü orada geçirmiş, tam arkamızdaki doğal müzelerin önünde gelişi güzel konulardan sohbet ettik. Gözüm ara sıra arkamızdaki kayaya oyulmuş eski yapıtlara kayıp durdu, elbette bu müze ile  iç içe yaşayan halk normal bir görüntü olarak benimsemiş, kayalar hakkında konuşmak bile istemedi teyze, ben de sıradan başka şeyler hakkında sohbet ettim onunla. Önemli olan o anlık güzelliği yakalamak.

Kumlu yoldan devam ettikçe sürüş zorlaşıyordu, tam crossluk yola dönüşmeye başlamıştı, büyük kaya parçaları ve kum vardı artık. Rampa ve kıvrımlar ve dar geçitler vardı. Yol demek doğru bile değildi artık. Derenin kenarında çimlerde mola verdim, botlar kenarda ve yer örtüm ile çayım ve kurabiyelerimle fazladan bir keyif kahvaltısı yaptım. Bir motorcunun midesinde her zaman yer vardır.

Yola devam edince Ziga kaplıcalarına vardım, oradaki şifalı su 47 derece oluyormuş hep. Yoluma devam ettiğimde “Çatlağın Yeri” dinlenme tesisinden geçtim, hala gezilecek harika manzaraların içindeydim, ama istikametimin Konya olduğunu da unutmamam gerekliydi. Selime Katedraline vardığımda oranın Ihlara vadisinin son bulduğu yer olduğunu öğrendim. İçime üzüntü girdi açıkçası, doğal oluşumları ve yeşil tabiatı çok sevdim, hiç gidesim yoktu. Son zamanlarda İstanbul’da evimin satışı ve yeni ev alma işi ile haşır neşir olunca emlak bakar gibi gezdim katedrali, önü ferah manzaralı 3+1 daireler gezer gibi gezdim içeriyi. Buralardan gitmemek için elimden geleni yaptım açıkcası. Bir köylü amca geldi motorun yanına, uzaktan baktı, yanına geldi baktı, ben de sohbet edeyim dedim amcayla biraz. Zaten yola çıkacaktım motorun yanına gittim. Bin defa çok dikkatli olmamı tembihledi, motoru görünce korkmuş, “Aman çok dikkat et kızım, kimseye de güvenme yollarda” deyip durdu yaşlı amca. Duygusallık hissettim, annem babam gibi beni yola uğurladı, gözlerim dolu dolu ayrıldım.

Havanın durumu da vahimdi, sert esinti hiç dinmediği gibi daha da şiddetleniyordu. Coğrafya değişmeye başlamıştı, düzlük tepeler ve garip kırmızı toprak vardı etrafımda. Yağmur başlamıştı sonunda, belliydi zaten, ama yağış çok hafif geçti, üzerime yağmurluk giymeden devam ettim. Kızıl toprak görüntüsü belki havanın karanlığından belki de çevrenin farklılığından ürkütücü geldi bana. Tenhalık bu sefer daha etkileyiciydi. Dağlıklara çıkmaya başladı yollar, yükseklerden seyretti yol, inşaat alanları ve traş edilmiş tepeler mutsuz görünüyordu. Rüzgar vardı, karanlık güne hakimdi ve hava iyice soğudu. Motoruma güvendiğim için korkum minimum seviyedeydi, elbette hiç birşeyin garantisi yoktur. Yerler nemli ve inşaatlardan yollara kızıl toprak serpilmişti, kayganlığı hissediyordum.

Aksaray’ı çoktan geçmiştim ve Konya’ya varmak için yükseklerden de inmiştim artık ve düzlük platolardan geçiyordum artık. Gördüğüm tüm çevre kocaman bir boşluk gibiydi, güzün alabildiği kadar geniş ve uzak, rüzgardan dümdüz olmuş ve kuraklıktan boyuna çatlamış erozyon görüntüsüne sahip kurak tepeler vardı sadece. Tek bir ağaç, tek bir bitki dahi yoktu. Kuraklığın ve kuvvetli bir fırtınanın içindeydim. Obruk Platosu’nun yüzeyi genel olarak 1000-1500 m’ler arasında değişen hafif dalgalı bir arazi özelliği gösterir. Yer yer engebelerle kesilen yüksek düzlüklerden oluşur. Obruk Platosu – Konya Ovası Türkiye’nin en büyük ovasıdır Ovanın alçak kesimleri yazın kuruyan bataklıklarla kaplıdır. Dağlık ve plato yüzeylerinde kırmızı ve kahverengi topraklar vardır.

Bitmek bilmeyen fırtına çay ihtiyacı olarak kendini hissettirmeye başladı, ama bu tenhalığın içinde çayı nasıl bulabilirim ki. İki şeritlik yolda tam ortadaki çizginin üzerinden gittim, fırtına bir sağdan bir soldan vuruyordu, ben dahil motorum ve her şey 300 kg olduğumuzu düşünsek ve rüzgar bizi bu halimizle yolda gezdirebiliyorsa “Hay maşallah sana” derim fırtınaya. Yoldaki orta çizgi üzerinde çizgiyi kaçırma – çizgiyi tutturma oyunu oynadım. Araba araç hiçbir şey yoktu. Kuş sesi, yaşayan bir varlık, ağaç böcek çiçek hiçbir şey yoktu.

Geziye başladığım günü hatırlıyorum da, aşırı sinek vardı, vizörümü yıkayıp yola çıktıktan 5 dakika geçmeden yine yüzlerce böcek yapışırdı. Şimdi ise tek bir ses bile yok. Bir deli var yollarda, o da benim sanırım. Başka birini görmedim hiç. Bir benzin istasyonu karşıma çıkınca, Serap mı bu hayal mi derken durdum. Hiç hayat belirtisi yoktu. Rüzgarın uğultu sesinin dışında bir de motorumun sesi vardı. Motoru park ettim, indiğimde boş bulundum ve rüzgar beni iki adım geriye attı, az sonra kurumuş otlardan oluşan bir top rüzgarla döne döne önümden yuvarlandı. “Burası neresi yahu?” Neyle karşılaşacağımı bilmeden markete geçtim. Kasanın arkasında yarı ayık yarı baygın hayatından bezmiş birisi vardı. Dışarıda bir çay makinası görmüştüm, onu sordum, “Çay alabilir miyim?” dedim. “Çay yok, makine bozuk” dedi. Garip, çünkü makine çalışır gibi görünmüştü bana. Ben yine de makinayı kontrol ettim, musluğu açtım kaynar sıcak su vardı. Çay şart değil, bagajımda toz kahvem ve fincanım var, sıcak kahve de uyar bana. Gezgin bir kişinin her şeyi yanında bulundurması oracıkta beni çok mutlu etmişti.

Konya’ya da çok az kalmıştı, şehre girmeden önce doğa ile vedalaşma kahvesiydi sanki. Bagajımdan kahve için nevalelerimi çıkarttım ve toz kahvemi bardağı koydum. Bardağıma sıcak su doldurmak bu kadar zor olacağını hiç tahmin etmemiştim, resmen suyu bardağa tutturamıyordum. Bardağı musluğun altına tuttuğumda rüzgardan suyun yarısı havada uçup gidiyordu ve yarısı kadarını yakalayıp bardağıma denk getirebiliyordum. Çok komik, eğlendim resmen. Daha önce hiç böyle bir şey yaşamamıştım. Suyu kovalayan motorcu oldum. Bardağım dolmuştu sonunda, ancak şimdi kahvemin köpüğünü kurtarma operasyonlarıyla meşguldüm, rüzgar tüm köpüğümü aldı götürdü, aceleyle köpüğü hemen yudumlamaya çalıştımsa da çoğu uçup gitmişti bile. Vay canına… bunu da mı görecektik, masaya gülümseyerek oturdum. Birkaç telefon görüşmesi yapıp kahvemin keyfini sürdüm.

Artık Konya’ya az kaldı derken yol kenarındaki yeşillendirme ve çevre çalışmaları dikkat çekiyordu, evet geldim, birden her yer yeşil bir park gibiydi. Ağaçlar, çimenler, çiçekler vardı. Bakımlı ve modern bir yere gelmiştim. Konaklayacağım yer Konya Öğretmenevi olacaktı, önce onu bulmak istedim. Allaadin Tepesine çok yakın bir ara sokaktaymış. Oraya doğru ana caddeden gidince Mevlana Müzesi ve Selimiye Camisini gördüm. Anında durdum tabii ki. Etkilenmemek mümkün değil. Nasıl bir güzelliktir, hemen motordan inip ilk fotoğraflarımı çektim gelir gelmez. Çok önemli bir şehre geldim ve yüreğim maneviyatla doldu. Çok duygulandım. Hemen vakit kaybetmeden konaklama yerime yerleşip Turist olarak gezmek istedim. Öğretmenevindeki son oda bana ayrılmış gibi denk geldi, çok şanslıydım. Pek temiz sayılmasa bile büyük ve ferah bir odam vardı. Ama ertesi sabahki kahvaltısı açık büfeydi ve çok taze ve temizdi.

Geldiğim akşam Merkezi gezdim, Mevlana, Selimiye Camisi, Aziziye Camisi ziyaretlerim çok güzel geçti. Akşam yemeğimi ara sokakta bulunan Şendağlı Etli Ekmek lokantasında yedim, salaş bir yer seçtim. Çok ihtişamlı yerlere pek gitmiyorum. Umduğumdan çok daha güzel bir ziyafet oldu. Enfes bir lezzet olarak damağımda izi hala var, ayrıca dolu dolu yemek yediğim halde sadece 11 TL fatura geldi. İçi fındık kremalı Konya şekerlerinden de hediyelikler aldım bolca. Her şey çok taze ve lezzetliydi. Her güzel şeyin bir de diğer tarafı vardır ya, maalesef akşamın erken saatinde ana caddede yürürken çok korktum. İnsanların tavırları, kavga etmeleri, diğer kaldırımdan diğer kaldırıma koşan adamlar saat daha akşam dokuz sularında bile merkezde de olsam hızlı adımlarla otelime gitmeme neden oldu. Motorsuz kendimi güvende hissedemiyorum.

Gündüz Konya’ya ilk geldiğimde insan faktörünün rahatsız edici tarafını az çok fark etmiştim, trafiği gayet normal ve yoğun değildi, ona rağmen motorcuyu sıkıştırmak, yakın takip ve hatta zor anlar yaşatabiliyorlar, kısacık sürüşümde hepsini yaşadım. Sanırım motorcuları sevmiyorlar, yoksa bana mı öyle geldi bilmiyorum. Belki de tesadüf. Böyle şeyleri her yerde yaşıyoruz zaten, sürüşten vaz mı geçtik? Hayır. Temkinli ve dikkatli olmak şartıyla yollara devam ederiz. Motorculuk damardadır, nefesimizdir adeta. Kim ne derse desin, sürüşe devam.

Konya’dan sonraki yolları ve maceralarımı bir sonraki  yazıma sakladım… Kendinize, yola ve motorunuza dikkat edin. Şimdilik hoşçakalın.

Cevap bırakın