Menu
in

Royal Enfield Continental GT

Yazar: Alişan Fidan

Televizyonda çıkan diş fırçası reklamlarını hatırlar mısınız? Arada sırada elektrikli diş fırçaları moda olur sonra ne oluyorsa olur ve yine reklamlarda o bilindik diş fırçaları görünmeye başlar.

Royal Enfield Continental GT, işte aynı bu elektronik diş fırçası balonu gittiğinde geri döndüğünüz hiç modası geçmeyen normal diş fırçası gibi bir motosiklet…Neden mi bu benzetmeyi yaptım? Çünkü elektroniğin her alanda geliştiği günümüzde motosikletler de bundan fazlasıyla nasibini aldı. Enjeksiyon, ABS, çekiş kontrol sistemi, sürüş modları, yatış açısı sensörleri vesaire derken iş çok farklı bir boyut aldı. Hatta motosikletler sürücülerinden daha akıllı bir hale geldi bile diyebiliriz. Peki bir motosikletten keyif almak için tüm bunlar gerekli mi? Hızlı gitmeye çalışırken motorun homurtusu ile rüzgarı yararak ilerlemenin zevkini unutmuş olabilir miyiz? Adeta 1960’lardan günümüze ışınlanmış gibi gözüken Royal Enfield Continental GT’den bu konuda alacağımız bir ders var.

Son yıllarda cafe racer, scrambler, street tracker gibi eski motosiklet tarzlarına olan ilgi çok artmış durumda. Klasik tarza sahip modellerin pazar payının artmasıyla 1933’den beri üretilen Bullet ile “Dünya’nın en uzun süre üretimde kalan motosiklet modeli” ünvanını sürdüren Royal Enfield’ın boş duracağını düşünmek anlamsız olurdu.

Royal Enfield’ın 350cc ve 500cc hacme sahip blokları ile Hindistan’ın 250cc üstü sınıfının %90’lık pazarını elinde tutuyor ve zenginleşen Hindistan ile beraber yeni oluşmaya başlayan orta sınıfın istekleri de artmaya başlamış. Bu gelişmeler neticesinde insanlar daha pahalı motosikletlere yönelme eğilimine girmişler ve bu sayede Harley Davidson gibi firmalar Hindistan’da fabrika açmaya başlamışlar. Royal Enfield ise hali hazırda elinde olan müşterisini kaybetmemek için daha premium gözüken ve belli bir müşteri kitlesine hitap eden bir motosiklet üretmek isteğiyle hareket ederek ortaya Continental GT’yi çıkartmış.

 

Bullet’te hali hazırda kullanılan 500cc’lik hava soğutmalı blok biraz daha büyütülerek 535cc hacme çıkartılmış, tek nokta enjeksiyon sistemine kavuşmuş ve daha hafif bir volan koyularak devirlenmeye daha müsait bir hale getirilmiş. Devirleniyor dediysemde öyle 10 bin devirlere kadar değil, 5500’e kadar çıkıyor. Kağıt üzerinde az gibi gözüken 30 beygirini 44NM’lik torku ile kapatıyor. Az devir çeviren torklu motorunun da etkisi ile 3LT/100KM ortalama ile çok rahat biçimde gezebilirsiniz. Ayrıca neredeyse bir dizel motor gibi çalışan bu 535cc’lik blok sayesinde 3. viteste bile kalkabilirsiniz! Hemen akıllara gelen “Titriyor mu?” sorusunu cevaplandıralım; Evet titriyor. 80- 90 KM/S civarlarında kullanıldığında titreşim az fakat üst devirlere çıktığınızda artıyor ancak bağlantı noktalarında kullandıkları yumuşak malzemeler sayesinde bu titreşim ayaklarınıza ve ellerinize çok gelmiyor. Ayrıca enjeksiyonun tepkileri bir karbüratörlü gibi küçük hatalara sahip. Bu ikisinin bana göre Continental GT’ye ruhunu veren ögelerden önemlilerinden olduğunu düşünüyorum. Eğer mükemmel ve kusursuz çalışsaydı ve hiç titremeseydi bu motosiklet 1960’lar tadını verebilir miydi sizce?

Bir İngiliz firması olan Harris Performance tarafından tasarlanmış şasinin arka kısmında Paioli marka İtalyan malı arka süspansiyonlar varken önde ise 41mm’lik çapa sahip amortisör sistemi kullanılmış. Sert yapılı bu süspansiyonlara ek olarak Pirelli Speed Demon lastikler de kullanılınca motosikletin viraj performansı beklendiğinden üst düzey bir his uyandırıyor. Kontralara tepki verme konusunda biraz gecikse bile buna alıştığınızda virajlara girmesi cidden çok keyifli. Kullanılan Brembo fren sistemleri de beklediğimden çok iyi. Yani sonuç olarak şasi, fren, süspansiyon ve lastiklerin limitleri üzerindeki 30 beygirlik motorun çok yukarısında.

Yine bir İngiliz firması olan Xenophya Design tarafından yapılmış tasarımı ise şapka çıkarttırıyor. Deponun tasarımı, şasi boruları ile arka koltuğun uyumu gibi şeyler muazzam olmuş. Selesi ince ve nispeten sert ama ilginç bir şekilde rahat hissettiriyor. Hindistan malı motosikletlerde iyi aydınlatan far klasiği bu motosiklette de devam etmiş. Kadranın tasarımı çok temiz ve kullanılan dijital ögeler çok yerinde olmuş.

Bu motosikleti sürerken onun size yaşattığı his ise inanılmaz. Sanki 1960’dan günümüze birden ışınlanmışsınız ve robotlaşan insanların arasında ne olduğunu anlamaya çalışıyormuşsunuz gibi geliyor. Size özel ve farklı olduğunu hissini sonuna kadar yaşatıyor. Kafanızda çalan 60’ların rock müziği ezgileri ile yol alırken o yıllarda insanların “The Ton” dedikleri 160KMH hızı görebilmek için ne derece akıl almaz modifiyeler yaptıklarını ve bunun ne kadar zor olduğunu hissederek anlıyorsunuz. Günümüz standartlarına göre çok kötü seviyede frenler, süspansiyonlar ve lastik kalitesine rağmen o dönemde yapılan şeyler inanılmaz gibi gelmeye başlıyor. Gidilen her yerde insanların hayran bakışlarını ve ilgisini çekmek ise başka güzel bir duygu.

 

Sonuç olarak bu motosiklet; Cafe Racer kültürüne meraklıyım fakat bütçem olmasına rağmen sanayi köşelerinde uğraşabilecek vaktim yok veya eski bir motosikletin problemleri ile uğraşmak istemiyorum diyen kişiler için biçilmiş bir kaftan. Yolda giderken fotoğrafınızı çekenler, durduğunuzda soru yağmuruna tutanlar gibi etkileşimleri seviyorsanız bu motosiklet sizi çok mutlu edebilir. 8000 Euro’luk fiyatı kağıt üzerinde vaad ettiklerine göre biraz fazla gibi gözükse de üzerine oturduğunuzda size hissettirdikleri ile bu açığını kapatıyor. Mutlaka bir sürün ve ne demek istediğimi o zaman anlayacağınıza gönülden inanıyorum. Bir sonraki test yazımızda görüşmek üzere…

 

Cevap bırakın