Menu
in

Sis İle Unutulmaz Bir Buluşma

 

Hafta içi rutin ve hızlı bir iş temposununiçindeyken bile, aklımın bir köşesinde hep yeni yol maceralarımın hayalleriolur. Bilerek düşünmesem bile hep aklımdadır ve durup dururken tebessüm
ediyorsam bundandır.

Sonbahar çoktan bitti ve şu kış günleri dört mevsim sürücülerin en ilgi çekici mevsimidir. Günlerce süren yağışlardan sonra gelen bir tanecik güneşli gün, yaz dönemindeki güneşli günlerden çok daha kıymetli olur. Akşamın erken saatlerinde başlayan ayaz, kış mevsimin geldiğinin habercisidir. Ağaçlardaki yapraklar tamamen dökülmüştür artık ve bulutların arasından ara sıra süzülen güneş pırıltıları neşe saçar. Sıcaklık iyice düşer ve yağmurlu soğuk günler başlar. Hava karanlık ve kasvetli de olsa ilgi çekicidir. Güzel manzaralara gebedir. Yaz yağmuru gibi kolay değildir, soğuk kış gününde saatlerce yağmurda yol almak. Cesaret ister, macera ruhu ister. En önemlisi motor aşkı ister. Bu yoksa kışın motor kullanmanın anlamı dertten başka ne olabilir ki? Mevsimine uygun kıyafet giymek çok önemli, kendimizi sıcak tutmalıyız ki sürüş konforumuzdan ödün vermiş olmayalım. Ayrıca ileri yaşlarda oluşacak eklem ağrılardan da korunmuş olalım.

 

 

Üşüdüğümüzde “Aman bir şey olmaz, ısınınca geçer” demeyelim. O an ısınırız, fakat bu sürekli tekrarlanırsa sonraki yıllarda eklem ağrısı ve sızlama olarak geri gelebilir. Kaliteli ve sağlıklı yaşamak istiyorsak kendimize iyi bakmalıyız.

 

Soğuk kış günlerinde yapacağımız sürüşlerde doğru giyinsek bile, her türlü kıyafete rağmen yine de üşüyebiliriz. Buz gibi bir günde uzun süredir yolda olduğumuzu ve yağmurun hiç dinmediğini düşünelim. Artık parmak uçlarını bile hissedemiyorsak bu ne anlama gelir? Üşüyor muyuz sadece? Eller, ayaklar ve yüzümüz hissizleşiyorsa; hatta kafamızı sağ sola çevirmek bile zorlaştıysa, vücut ısımız düşüyor demektir. Hala titreme var ise vücut direnerek ısı üretmeye çalışmaktadır, fakat titreme de geçtiyse vücudun hareket ve karar verme yetenekleri azalıyor. Bu şekilde çok üşüyen bir sürücünün tepkileri, alkol almış ve sarhoş bir sürücü gibidir; beynin algılama fonksiyonu azaldığı için refleksler ve tepkiler azalır. Vücut ısısının düşmesi çok ciddi bir durumdur. Vücudumuz acil duruma geçer, yani otomatik olarak hayati organları koruma altına alır ve hayati önem taşımayan bölgeleri gözden çıkarır. Buna Hypotermia denir. Kalp, böbrek gibi önemli organların ısı kaybını önlemek amacıyla ayaklara ve ellere kan akışı durur. Böylelikle donma durumunda ilk feda edilecek, önem taşımayan bölgeler eller ve ayaklar olur. Başımız da ısı kaybına uğrar, vücudumuzun uç bölgelerine kan dolaşımı engellendiği için başımıza da daha az kan ve daha az oksijen gider. O yüzden başımızı ve boynumuzu korumalıyız, kaskın içine giyilen termal balaklava, yüz maskeleri ve boyunluklar ile tedbirlerimizi almalıyız.

 

 

Uzun kış gezilerimizde ısınmak için sık sık mola verirsek ve bilinçli olursak keyfimize keyif katmış oluruz. Benim gibi elektrikli bir ısıtıcının önünde elleri ısıtmaya çalışırken kaskı yakmayın. Kaskımın yan tarafında erimeler olmuştu, kafamda olduğu için dumanı da görmemiştim. Etraftaki garip bakışlardan da anlayamadım, çünkü zaten her yerde bana garip bakarlar. Dumanından anlayamadın da kokusundan da mı anlamadın diyeceksiniz, ama benim burnum iyi koku almaz, bu mutfakta bazen başımın derdi olur. Pişen yemeği unuttuğunuzda yayılan ilk belirtiler kokudur, değil mi? Bundan pek faydalanamıyorum, yemek yanmaya devam ediyor. Tencere yanmak için işbirliği yapmaya başladığında yayılan çıtırtı sesleri duyarsam “Eyvah!” demem, “Yine mi kokuyu almadım!” diye kendime kızarak olay mahalline doğru koşar ve tencere kurtarma operasyonlarına başlarım. Bir iş görüşmesinde bana hangi yemeği yapmayı sevdiğimi sormuşlardı. Hiç düşünmeden “yaprak sarması” demiştim.

 

Şaşırdılar, çok zahmetli bir yemek diye. Fakat ben zor, zahmetli ve özel uğraşları çok severim. Hevesimi ve keyfimi zorluğun içinde yakalıyorum. Mesela ev yapımı likör, minik minik süslü püslü cup cake’ler, börekler, kekler, pastalar ve hatta ev yapımı marzipan yani badem ezmesi bile yaparım. Özenle kurulmuş sofralar, çeşit çeşit mezeler de özenle yapıldığı için harikulade olur. Havayollarında çalışırken işe evden yemek getirirdim ve arkadaşım Nuriye yemeklerimi kendim yaptığıma hiç inanmazdı. Yaşamdan keyif almayı bildiğim kadar mutfağımdan da keyif alırım derdim, bizler her şeyi güzel ve keyifle yaşayan insanlarız. İnanmak zorunda değilsin, fakat kendini geliştirmek istiyorsan önyargılarının esiri olma derdim.

 

 

Konu çok dağıldıysa da şu kask yakma olayına geri döneyim; o mevzu acemiliğime denk geldi diyelim. Acemilik her zaman olur, ufak tefek olsun da zaten. Motorculukta her şeyi öğrendim ve çok iyi biliyorum demek büyük hatalara sebep olabiliyor. Başımıza aksi durumların gelmemesi için bizim çok şeyi iyi biliyor olmamız yeterli değil, motorun durumu da önemli. Bakımsız veya eski lastikleri olan bir motor sürmek gezileri tatsız bir maceraya dönüştürebilir. Hele kış mevsiminde lastiklerin hava koşullarına uygun olması gerek.

 

Kışın hava durumu anlık değişebiliyor, hazırlıklı olmakta fayda var. Bu mevsimde gökyüzündeki hareketleri, kara bulutların güneşle oyununu izlemeye bayılıyorum. Hava yağışlı ve karanlık iken aslında evde film izlenir. Patlamış mısırla güzel bir film izlemek ne keyiflidir. Fakat yine de aklımız yoldadır, öyle değil mi? Bu mevsimlerde motorcular hava durumunu çok sıkı takip eder. Her gün sadık bir dost gibi hava raporu incelenir. Hatta 2 veya 3 farklı hava raporları birbiriyle kıyaslanır. Ancak pek bir şey farketmez.

 

 

Plan yapılınca yağmur da yağsa çoğumuz yine yola çıkıyor zaten. Hava takip olayları bu mevsimin vazgeçilmezi, yol hazırlığının parçasıdır. Bu cumartesi anneme, İzmit’teki köye gitmeyi planlamıştım. Annem “Yağış varsa sakın gelme!” dediyse de ikimiz de yola çıkacağımı biliyorduk. En güzeli, “Yağmurda gelme sakın” derken bile, yine de geleceğimi bilmesidir. Alıştı artık, yıllar geçtikçe bana uyum sağladı; hatta üzülmeyeyim diye benim için korktuğunu bile belli etmemeye başladı. Yola çıkmadan önce eski motosiklet servisime uğradım. Önceki motorlarım Suzuki idi ve o zamanlar hep Kartal Sanayi’ndeki Suzuki Servisi Altan Motor’a giderdim. Ailem gibi olmuşlardı ve bu cumartesi anneye gitmeden önce oraya hal hatır sormak ve laflamak için uğradım.

 

 

Epey zamandır da gitmemiştim; harika vakit geçirdim. Şimdiki Yamaha motorumun tüm bakımları için Tuna Otomotiv’e giderim. Çok şanslıyım, çünkü yine harika bir servisim var. Yol üstü eski dost ziyaretimi gırgır şamata ile dolu dolu yaşadıktan sonra yola çıktım. Eski Ankara asfaltı E5 üzerinden gittim. Hereke’deki manzara beni yolumdan etti, sahile saptım. Manzara harika bir sahne sunmuştu, durdum seyrettim ve birkaç güzel fotoğraf çektim. Aslında bu rota sürekli gittiğim bir yoldur, hatta yıllardır kaç farklı motorla geçmişimdir. Yine de her sürüş yeni bir keyif, her gidiş yeni bir gezi gibi… Evet, nasıl yapıyorum bilmiyorum. Kendime pes diyorum artık. Termosumda sıcak suyum da vardır, güzel bir yerde bir kahve içmek için yanımdadır genelde. Gezilerim arttıkça hayattan aldığım haz ve yarattığım keyifli anlarım çoğalıyor. Hereke’den sonra yoluma devam ettiğimde hava aniden değişti ve sağanak başladı.

 

Yağmur değildi bu, bir ceza gibiydi. Birden her yer toz duman oldu, birdenbire doğal bir felaketinin içine düşmüştüm. Biraz önce Hereke’de fotoğraflar çekiyorken, bir anda olan oldu. Görüş mesafesi neredeyse sıfıra indi; yollarda sel akıverdi. Neye uğradığımı şaşırmıştım. Kenara yanaşmak mümkün değildi, başlangıçta park edecek bir yer kestiremedim. Zaten o anları yaşamak isteyen ben, kenara çekip beklemeyi de pek düşünmedim. İşime gelmediği için de uygun yer görememişimdir.

 

 

Arabalar nehrin içinde sürerken suları yara yara ilerliyordu ve su dalga dalga yayılıyordu. Vizör tamamen iptal oldu, yolda ilerlerken ara ara yerden temasım kesildi. Gemi olsam S.O.S. sinyali verirdim herhalde. Yol kenarından da gitmemek gerekiyor, çünkü orada fazlaca su birikintisi oluşuyor, su yolunu bulamıyor ve çukurlarda birikiveriyor. Görünmeyen çukurlar ve taşlar yüzünden kıyıdan gitmek de tehlikeli olabiliyor. Bu sebepten dolayı ana yoldan ayrılmadım. Soğukkanlı ve ani hareketler yapmadan sürmeye devam ettim; ne ani bir fren, ne ani gaz. Önümdeki araçla mesafemi koruyup onun geçtiği lastik izlerini takip ettim, çukura girip girmediğini de görmeye çalıştım. Yanımdan geçenlerden mesafemi korudum, onlardan bana gelebilecek su dalgalarından da mümkün olduğunca uzak kalabilmek için. Yanımdan geçtiklerinde beni zor duruma sokup sokmayacağını tahmin edebilmek için, arkamdan gelenlerin süratlerini anlamaya çalıştım. Yolda pek çok kamyon vardı, tüm araçlar yavaşladı ve bazıları benim gibi dörtlülerini yaktı, yolunu bulmaya çalıştı.

 

 

Kenarda dörtlüleri yakıp durmak ve beklemek çok tehlikeli, çünkü görüş net olmadığı için durduğumuz anlaşılmayabilir. Motorun önüne, kaskıma ve rüzgarlığıma iri iri yağmur damlaları çarpıyordu. Yağmur tanelerin şiddetle yere düşmesiyle oluşan dalgalanmalar ve suyun yükseğe sıçramasının yarattığı görüntü, doğanın isyanı gibi geldi bana. Öfkeli, kızgın ve öç alır gibiydi. Panik yapmadan, soğukkanlı yoluma devam ettim. Zor bir sürüştü, ama bunu yaşamak ve başarmak inanılmaz güzel bir tecrübeydi benim için… Sırılsıklam da olsam fark etmezdi. Garip bir aydınlık vardı havada, karanlık basmadı, sanki birisi beyaz floresan lambaları açmış gibiydi.

 

İzmit’e vardığımda yağmur başladığı gibi aniden duruverdi. Fırtınalı bir gemi yolcuğundan çıkmış gibi hissettim kendimi, durdum soluklandım. Köy yoluna girmiştim zaten, az yolum kalmıştı. Köye varmak her zaman coşkuludur. Yıllarca hiç görüşmemişiz gibi sonsuz bir anne sevinci ile karşılanırım, her geldiğimde uzun uzun süzer motorcu halimi. Sonra koşa koşa kardeşim gelir yanıma, köpekler de peşine takılır, bir ordu sarar etrafımı; kardeş kardeş sarılmalar ve hasret giderme faslı başlar. Daha motorun yükünü boşaltırken başlar sohbetler, muhabbetler ve şakalar.

 

 

Soba üzerinde demlenen çay, kızaran mis kokulu kestaneler ve sofralar derken ertesi gün oluverdi. Kahvaltıdan sonra Yuvacık keşfi için yola çıktım. Hava pek de uygun değildi, kapalı ve soğuktu. Yuvacık bölgesinde durumun daha vahim olma ihtimali yüksekti. Bu noktada heyecan bastı beni, “Evet, hadi Yuvacık!” dedim. Baraj etrafındaki yollar çok muntazam, kıvrımlı ve hep S şeklinde idi, bayıldım. Neden daha önce gelmedim diye suçladım kendimi, hatta bir kere gelmek de yetmez, hemen tekrar geleceğime karar verdim. İlerideki yollardan haberim yoktu ve o sırada ne kadar doğru bir karar verdiğimin farkında değildim. Buralara bir kez daha gelmek de yetmez aslında, sık sık geleceğimi düşünmeye başlamıştım. Hangi birini anlatacağımı da bilemiyorum. Tırmandıkça gördüğüm dağ manzaraları mı desem, o keyifli yollar mı desem, tıpkı Karadeniz kıyısındaymışım gibi hissettim. Yolda ilerlerken toprak yol çıktı karşıma, çok çamurluydu. Yağış buraya da fena vurmuş belli. Tek başıma böyle ıssız ve ıslak bir toprak yola girmemem gerekiyor aslında. Kısacık biraz girip bakmak istedim, az ileriden dönerim dedim. Bir bakmak için biraz gider ve ileriden dönerim diyorum, fakat birazın sonu gelmiyor. Taktik edindim sanırım. Yine öyle oldu. Yol harika manzaralara götürdü beni. Nasıl geri dönebilirim ki…

 

 

Yol kıvrımlı ve kaygandı, müthiş bir dağlık bölgeye varmıştım. Durdum, yine fotoğraf çektim. Eski üniversite yıllarımdan sevdiğim kız arkadaşım Yıldız Adalı böyle yerlerde çektiğim fotoğraflara bakamadığını söyledi geçen gün buluştuğumuzda. Neden dedim, “Seni öyle görünce korkudan bakamıyorum” dedi. “Nasıl gidersin, nasıl cesaret edersin anlayamıyorum, ya bir şey olursa” dedi. Manzara ve yol macerası yüzünden korkmaya fırsatım olmuyor demek isterdim ama inandırıcı olmayacaktı. Manzara seyir keyfimden sonra yola devam dedim. Hani geri dönecektim? Aklıma bile gelmedi. İlerledikçe yollar da zorlaştı. Ağaçlık çoğaldı ve yollar kapalı ağaçların altında kaldığı için daha da ıslaktı ve fazlasıyla kaygandı. Bazı virajlar keskin bir U şeklinde ve tırmanma şeklindeydi. Bazı yerler, özellikle virajın olduğu yerler, komple balçıkla kaplıydı. Tuzak gibi bekliyordu, bir motor gelsin de şöyle güzel bir kaydıralım der gibi bakıyordu.

 

Seni yeneceğim deyip anında bir yer analizi yapıyordum, arada görünen kayalara odaklanıp onların üzerinden geçit bulmaya çalışıyordum. Kayan zeminde motora hakim olmak çok zordu. Yerde üst üste biriken yapraklar da tehlike yaratıyordu. Kaymaya başladığımda arka taraf farklı, ön taraf farklı yöne gidiyordu. Sanırım enduro yolu bile değildi, harbiden crossluk yola girmiştim. Motoruma bir teşekkür borçluyum, harika bir dengesi var ve harika bir iş çıkardı. Ormanda ilerlerken ve tırmandıkça, daha önce uzaktan gördüğüm dağ tepelerdeki sisin içine girmeye başladım. Kalbim çarpıyordu. Yolun kenarında bazen ciddi uçurumlar gördüm, bu da sis yüzündendi görebildiğim kadarıyla.

 

 

Bir ağacın arkasındaki ağaç görünmez iken bazen uçurumun kenarından gittiğimi bile hiç görmedim. Tırmandıkça yol daraldı, orman sıklaştı, soğuk bastı ve yoğun sis yüzünden görüş sıfıra yakın oldu, önümdeki yolu az biraz görüyordum o kadar. Ben nerelere geldim, ne gerek var böyle tehlikeli işlere kalkışıyorum diyorum şu anda. Ama o yolda giderken keyfimden dört köşeydim, orada hiç de öyle düşünmüyordum. Bütün stresimi attım, yüklerimden kurtuldum. Stres atmanın binlerce başka şekilleri var tabii ki, illaki böyle riskli bir gezi şart değil. Tamamen istem dışı gelişti her şey; gerçekten! Dağ tepelerindeyken deli yüreğim ile yapayalnız kaldım. Sessizliğin içinde sisin güzelliğinden çok etkilendim. Gözümden sessizce yaşlar akıverdi, narin narin. Çok mutluydum. Aynı anda var olmak ve her an yok olabilme ihtimali gözümün önüne geldi, yaşam ve ölüm yan yanaydı. Oralarda dünyadan kopuk kaldım, cep telefonum çekmiyordu. Evime geri dönmek, tekrar sevdiklerime kavuşmak ve rutin normal hayatıma dönmek, dönebilmek; her zaman bir hediye gibidir.

 

Yaşam çok değerli, nefes almak ve var olmak. Sahip olduğumuz her şeye şükretmeliyiz ve yediğimiz her lokmanın değerini bilmeliyiz. Yaşamak güzeldir, bir aileye sahip olmak, dostlara sahip olmak, sevmek ve sevilmek. Çok duygusallaştım, ama öyle yerlerdeyken birçok şey film şeridi gibi aklımdan geçer. Dinlenmeye ihtiyacım vardı ve yol üzeri bir tesis gördüm. Yanında nehir akıyordu ve değirmeni bile vardı. Demli bir çay verdiler, ama masada oturamadım, pirelenmiş gibi bir elimde çay bardağı ve diğer elimde fotoğraf makinam ile nehir kenarını gezmeye başladım. Fakat nereden başlayacağıma karar veremedim. Hava karardığında ayrılık vakti gelmişti. Tepelerden indikçe sis de geride kalıyordu. O muhteşem doğadan uzaklaştıkça içimdeki burukluk büyüyordu, sanki sevgilimden ayrılıyor gibiydim. İçimden gözyaşı akıyor gibi hissettim. Unutulmayacak güzellikte, özel bir gün geçirdim. Deli yüreğimi seviyorum.

 

 

O ve ben, biz bir ikiliyiz ama tek parça. Çok zorlu bir geziydi. Uzaklaştıkça yeşilliklerin azalmasıyla birlikte beton binalar çoğaldı. Birden gece gibi kapkaranlık oldu, malum zaten kış günüydü. İstanbul’a dönüş yoluna hazırlandım. Önce biraz bir şeyler yedim, motorumun durumuna baktım, lastikleri biraz silkeledim, botlarımın altına yapışmış balçıkları temizledim, zincirimi gözden geçirdim ve üzerime ilave bir şeyler giydim. Bu sırada sert ayaz başladı. Dönüş yolumda oyalanmadan evime gitmek istedim ve bu sebeple biraz daha süratli gideceğim için soğuğu daha fazla hissedecektim. Doğadan ayılmak dönüş yoluna çıkmayı zorlaştırdı. Fakat yol bitmez, tekrar gelecektim zaten. İstanbul yoluna çıkarken güzel evime kavuşmayı, yorgun bir savaşçı gibi evime varmış olacağımı düşündüm ve hevesle yola çıktım. Çok rahat geçti, galiba fazla araç da yoktu, hiç görmedim gibi, öyle hatırlıyorum şu an. Tereyağından kıl çeker gibi akıp gittim İstanbul’a kadar. Evime vardığımda huzur içinde motorumu yerine park ettim ve ona baktım, süzdüm. Bir de kendime baktım, tekrar ona baktım ve gülmeye başladım. İkimiz de çamur içindeydik. Yaramaz çocuklar gibi rezil haldeydik ve pişkin pişkin gülüyordum.

 

Oğluşumu yine yıkamadım hemen, çünkü o çamurun anı olarak üstünde kalmasını istedim. Hatta her zamanki gibi biriken kurumuş çamuru toplayıp kavanoza koydum. Beni tanıyan arkadaşlar bilir ve “Bu delilik değil, onun normal halidir.” derler. Delilik iyidir, neşedir, yaşamdır.

 

Yaşadıklarımız en değerli zenginliklerimiz değil midir sizce?

Cevap bırakın